Merhaba ben Mete Yurtsever, değer yaratmanın formülü podcastinin ev sahibiyim. Her yıl Haziran ayında düzenlenen ODTÜ’nün mezunlar günü, bu yıl pandemi sebebiyle 27 Haziran da sanal bir toplantıya dönüştürüldü. Dünyanın birçok ülkesinden bine yakın mezun, bağış yaparak bu buluşmaya katıldı. Toplanan gelirlerin yirmi öğrencinin bir yıllık bursunu karşılayacağı bilgisi söylendi. Biz de marka konseyinden 4 ODTÜ’lü Güven Borça, Özel Oytun Türkoğlu ve Ercan Solmaz ile özlemini duyduğumuz marka devrimi başlıklı bu oturumu gerçekleştirdik. Ben de moderatörlüğünü yaptım bu panelin. Markaların Türkiye ekonomisi ve katma değerle büyümesi için öneminden, Bir dünya markası çıkarma potansiyelimizden ve bunun gerekliliklerinden bahsettik. O kayıttan 40 dakikalık bir bölümü düzenleyip, podcastini dinleyicileriyle paylaşmak istedim. Şimdi sizi özel bölümle baş başa bırakıyorum…
MY- Merhaba değerli mezunlar, değerli hocalarımız, oturumumuzun adı marka konseyi ile marka devrimi. Önce oturumun isminden bahsetmek istiyorum ikinci kısmından özellikle, devrim adını gururla kullandık. Her ne kadar kapitalist bir kavram olsa da marka, böyle oksimoron bir ifade olduğunu düşünenler olabilir. Ama hepimiz ODTÜ’lüler olarak sosyal duyarlılığı olan insanlarız. Ve markanın dışlanması değil, sahiplenilmesi gereken bir kavram olduğunu düşünüyoruz. Zira bir şeyleri değiştirmemiz lazım. Ülkemiz orta gelir tuzağında ve son yıllarda yapılan yatırımlar da katma değerden ziyade, rant odaklı. Bankaların burada önemli rol olacağına inanıyoruz. Önümüzdeki 45-50 dakikada bunları konuşacağız. Bugün burada marka konseyini temsilen bulunuyoruz. Kimdir marka konseyi, ne amaçla kurulmuştur onu çok kısaca ifade edeyim: marka konseyi 2016 yılında, marka danışmanları ve yöneticilerinin, iş dünyasına ve kamu kuruluşlarına, markalaşmada vizyon kazandırmak, yol göstermek ve cesaret vermek amacıyla kurduğu bir dernek. Katma değerin, ar-ge, tasarım ve inovasyonun yanı sıra markalaşma da olacağına inanıyor. Bu oturumda değerli panelistlerimiz, hepimiz marka konseyi üyesiyiz ve önce konuklarımız tanıtmak istiyorum:
Güven Hocam: Güven Borça, ODTÜ endüstri 1985 mezunu. Türkiye’nin batılı anlamda ilk nesil pazarlama yöneticilerinden, aynı zamanda Türkiye’nin ilk marka danışmanı. Marka ve pazarlama konuşmaları yapıyor, eğitimler veriyor, 8 kitabı yayınlandı, en bilinen şüphesiz “Bu Topraklardan Dünya Markası Çıkar Mı?”, “Markam A.Ş.”nin kurucusu kendisi.
Biraz böyle mezuniyet sırası yapıyorum
Özel Oytun Türkoğlu: ODTÜ inşaat 1996 mezunu. Marka stratejisti ve konuşmacı. Marka kültürü Türkiye’de markalaşmanın daha iyi anlaşılabilmesi ve bu konuyla ilgilenen insanların sayısını arttırabilmek için, üniversitelerde, STK’larda çeşitli konuşmalar yapıyor. “Sat Kendini Kişisel Markalaşmanın ve Pazarlamanın Kitabı”nın yazarı. Kurucu ortağı olduğu “I’m Global Group of Companies” çatısı altında teknolojik markalaşma ve turizm sektöründe çalışmalar yapıyor.
Ercan Solmaz: ODTÜ endüstri 2004 mezunu. Endüstriden ve ekonomiden minor’ı var, Sabancı’dan master’ı var. Tüketici ürünleri pazarında da uluslararası şirketlerde 10 yıllık pazarlama tecrübesi var kendisinin. Ki bu çok büyük kısmı Unilever’de Son 4 yıldır da MK.Novo Management Consultancy Firması ortağı kendisi.
Çok kısaca kendimi de söyleyeyim: Mete Yurtsever, ben de 1994 ekonomi mezunuyum. Araştırmayla başlayıp, pazarlama yöneticiliğiyle devam eden bir kurumsal hayatım oldu. Yaklaşık 14 yılım yurtdışında geçti 5 ayrı ülkede. Son 2 yıldır da kurumlara, inovasyon ve değer yaratma kültürü konusunda danışmanlık ve eğitim veriyorum. Ama asıl kattığım değer ise fasiltasyon diye düşünüyorum.
Dolayısıyla bugün 45 dakikamız var ve konuklarımız iki turda söz vereceğim. İlk turda iyi markaların Türkiye’ye katabileceği faydalar nelerdir? onları konuşacağız. İkinci turda ise Türkiye’nin marka çıkarma potansiyeli bakımından güçlü olduğunu düşündüğümüz alanlardan, sektörlerden, bölgelerden bahsedeceğiz.
Güven Hocam sizinle başlamak istiyorum:
Hep konuşuyoruz sizinle de, markanın bir anlamda net olmayan bir algısı var toplumda, hatta üretim alanında da sektörde de. Markayı modaya yakıştıranlar var, markanın sadece pahalı ürünlerle adını ananlar var. Hatta olumsuz tarafta kalitesiz ürünlerin marka kisvesiyle müşteriye sunulması olarak düşünenler de var. Marka nedir, markanın ne faydası vardır ülkeye? Ve belki siz kurucu başkan olarak da marka konseyinden kısaca bahsederseniz isterseniz. Uzun bir giriş yaptım,
GB- Evet bu çok kritik özellikle ODTÜ’lülerin olduğu bir ortamda bunu tekrar anlatmak isterim. Dönem dönem hep anlatıyoruz zaten. girişteki oksimoron şeyini de o yüzden seçtik yani marka konseyi, marka devrimi nasıl oluyor? Marka işi dediğim gibi kapitalizmle çok özdeşleşir ama Selim Tuncer der ki: “ Kapitalizmin icadı değil keşfi.” Çünkü marka hep vardı, iletişim hep vardı insanlara anlatmak, onları ikna etmek, tercihlerini yönlendirmek, onları tatmin etmek, mutlu etmek konuları tarih boyunca vardı. Ama tabii ki kapitalizmin yükselişiyle beraber, markalar çok önem kazandı ve o dönemde, gerçek marka yönetimi bir iş disiplini haline geldi. Dolayısıyla bunu yapan da dünyanın büyük markaları. Tabii daha Amerikan tarzı bir şey, biz de eğitimlerimizi oradan aldık. Dolayısıyla böyle bir özdeşleşme var, hani doğrudur da, bir çok büyük marka, sağlıklı olup olmadığı tartışılabilir, hani gıda ürünleri olsun, şunlar olsun, bunlar olsun bir sürü şey sistemle beraber tartışılıyor ama marka, özünde insan ihtiyaçlarını anlamak ve karşılamak dolayısıyla ben hep yıllardır şunu söylüyorum: Eğer iyi bir mesajınız varsa, iyi bir ürününüz varsa yine marka iletişimi yöntemlerini biliyor ve kullanıyor olmanız lazım. Dolayısıyla örneğin Türk tarımının çıkışı bence ürünlerimizi daha iyi pazarlamaktan, daha iyi markalaştırmaktan ve katma değeri artırmaktan geçiyor. Türkiye’nin orta gelir tuzağından kaçınmasının yolu da markalaşmaktan geçiyor
Dolayısıyla biz markayı bir sosyal mesele olarak görüyoruz ve bugün dünyada çevre için sağlık için insanlık için zararlı gördüğümüz bir şeyler varsa ona karşı geliştireceğimiz alternatifleri de markalamamız lazım. İnsanları ikna etmemiz lazım yani bir hikaye yaratmamız insanlara bir fayda sunmamız ve bunun ikna etmemiz lazım dolayısıyla marka sadece bir moda işi bir çanta işi ne bileyim bir Fast food konusu değil, her şey markalaşabilir. İletişimde de ben bunu çok kullanıyorum. Yani Türkiye’de işte hala birçok semtte birçok sol akım 70’lerin sloganıyla iş yapmaya çalışıyor, insanları ikna etmeye çalışıyor. 70’ler geride kaldı siz 2020’lerin ihtiyaçlarını anlayıp ona özgün çözümler üretmeniz, ona özgün iletişim dili tutturmanız lazım, dolayısıyla markaya benim bakışım böyle. Markanın bir moda işi bir kapitalist icat olarak görülmemesi gerekiyor ve Türkiye’nin de bu orta gelir tuzağından kurtulması, katma değer yaratması çalışanlarından tarımla uğraşanların da daha iyi kazanması daha rahat bir hayat sürmesi için katma değeri arttırmanız lazım yani kabaca söylediğimiz o. Yıllardır bunun için uğraşıyoruz. İşte benim en meşhur kitabım: “Bu Topraklardan Dünya Markası Çıkar Mı?”, 2002’de bastık 2002’den beri bekliyoruz hala çıkmadı, maalesef yani Türkiye de gündeme gelemiyor bir türlü beklediğimiz hızda. Bu bağlamda 2014 yılında marka konseyini kurduk. Görüşüyoruz, ediyoruz, elimizden geleni yapıyoruz ama bu yaşanan korona virüs sonrasında ben gerçekten bu konuların kıymetinin anlaşılacağını düşünüyorum. O yüzden bu devrim şeyini koyduk, bunun ben artık o zihinsel devrinin gerçekleşeceğini düşünüyorum çünkü Türkiye işte alt yapı yatırımlarıyla, gayrimenkulla işte sunla bunla buraya kadar geldi, ihracatımızı artırdık ama çok düşük katma değerle yapıyoruz bu işi. Yani bir nevi batının hamallığını ameleliğimi yapıyoruz hala, dolayısıyla ürünlerimizi daha iyi pazarlamak daha etkili olmak mesajlarımızı daha net iletmek, Türkiye markası konusu yani Türkiye’nin yurt dışı algısı kötü ve bunu yönetmek için neredeyse hiçbir şey yapılmıyor. Basit Pazar araştırmaları bile çok çok az yapılıyor yani bunu yakından biliyorum. Dolayısıyla Türkiye algısını yönetmek, Türkiye markasını yönetmek için de bizim marka, marka iletişim ve pazarlama tekniklerini biliyor, uyguluyor olmamız lazım.
MY – Tam da hocam biz de bu konulara geliyorduk, yani bunun önündeki engel nedir diye konuşuyorduk, yani neden Anadolu’daki üreticiler, Anadolu kaplanları neden bu işi yeteri kadar acaba dışarıdan destek almaya, yani bilmedikleri konularda dediniz ya 70lerdeki konularda, yani bu ülkenin tabii ki kadim bir satış kültürü var ama dediğiniz gibi bunlar çok güncel yöntemler veya kanallara karşılık vermiyor, ondan ilham alınacak yerler var ama sizce nedir bunu aşmanın yolu yani hangi mekanizmalarla Anadolu’da bu devrim yapılabilir, sırayla yine Ercan ve Özel’e de söz vereceğim. Buyrun:
GB – Yıllardır Anadolu’ya gidiyoruz, geliyoruz, inceliyoruz, bizim aile de ticaretten geldiği için yani bir 3 kuşaktır ticaretin içindeyiz ve ülkedeki iş kültürü hakkında bir fikrim var, şimdi kitabımı yazdığımda ünlü iş insanlarından birisi demişti, bu iş için şövalye iş insanları lazım, bu dünya markası çıkarmak için, hakikaten şövalye ruh, bir hırs, bir şey gerekiyor. Çünkü Türkiye aslında cazip ülke büyük ülke, hani dünya ekonomisinde 15. Sırada ama rekabetçilik indeksinde 45-50. Sıralarda. Çünkü çok rekabetçi olmadan yeni şeyler bulmadan Türkiye de averaj bir iş yaparak güzel paralar kazanmak mümkün, yani ben bunu hep şöyle anlatırım, Sergen Yalçın der ya “Koşsam, Barcelona’da oynardım.” hakikaten koşsa Barcelona’da oynayacaktı ama zaten çok iyi paralar kazandı, yetti. Yani Türkiye’de birçok girişimci için, sanat dünyası için böyle yani yakından takip ediyorum hakikaten ekstra çabası olan biraz, son dönemde Türk dizileri O da spontan gelişti. Yani emin olun çok büyük bir organize çaba olmadı Kore’deki gibi yani, mesela Kore Hükumeti markalarını da, sanatçılarını da, sanat eserlerini de global arenada pazarlamak için çok çaba sarf etti. Şimdi öyle bir şey var, Türkiye’de müzik yarışmaları yapılıyor, kazananlardan hangisi Bir kariyer yaptı şimdiye kadar, ama Kore’de her yarışmanın kazananı Amerika’da global çapta işler yapabiliyorlar, dolayısıyla iç pazar çoğu sanayici çoğu girişimciye yetiyor, orda mutlular, ondan sonra hükümetlerin çok fazla destekleri yok yani Turquality Programları var 2002 de başladı iyi gidiyor ama daha çok firmalardan fuar desteği falan alıyorlar işte ihracatı artıralım deniyor katma değeri artıralım motivasyonu çok fazla, dolayısıyla totalde bir şey var hani motivasyon eksikliği var. İkincisi bilgi birikimi eksikliği var yani soyut şeylere yönelik bilgi birikimimiz az, çok kısa vadede düşünüyoruz yani marka yatırımı uzun vadeli bir iştir, birkaç senenizi alır altyapıyı kurmak. ondan sonra ilk birkaç sene zarar bütçelemeniz gerekir ki, iş dünyasında zarar bütçelemek diye bir şey yok gibidir, arkadaşlar bunu iyi bilir, yok yani ilk günden kar edecek, çok tanıdığım var 30 40 milyon dolar fabrika yatırımı yapmış ya hadi kuralım bi pazarlama bölümü… Araştırma yapalım yok, 30bin dolarım yok, 30 milyon doları gömdün oraya, yok yani dolayısıyla ilk şeyden itibaren para kazanmaya başlayacak, yurt dışı ihracat da öyle, yurt dışında Turquality kapsamında iş yapan firma sayısı 10dur, sıksan 20 olur yani diğerleri fuara katılıyor, gidiyor, geliyor. İşi bayiye teslim etmiş, orda bayi var, Bayi ne isterse alıyorsun, yani bizim böyle iş dünyasında uzun vadeli düşünme, stratejik plan yapma marka inşa edici yollar yapma konusunda çok çok geriyiz bunların öncelikle değişmesi lazım. Burada kamunun da çok eksikleri var: devlet teşvikleri, destekleri bunlar genelde günü kurtarmak için kısa vadeli işler, STK’ların yaptıkları işler…
ES-Güven abi ben buraya bir ekleme yapayım Turquality ile ilgili, benim ortaklarım da çok uzun süre çalıştıkları için onun ruhunu baya iyi biliyorum. Aslında çıkış noktası çok akıllıca, çok doğru, iyi pratikler incelenerek yapılmış ama zaten acendası da şey ya “10 yılda Türkiye’den 10 büyük Türk markası çıkartmak” ama şu an programdan faydalanan 500’e yakın firma var, şimdi biraz parçaladığınız zaman desteği de, odaklanmış olmuyorsunuz ya da büyük çarklar yaratamıyorsunuz. Yani Kore hikayesini hepimiz biliyoruz, orda nasıl büyük çarkların aslında bir yere odaklanarak ve orada büyük yatırımlar yaparak. Şimdi biz büyük bütçeyi bölüp parçalayıp multi sektörde, şu anda açılan sektör sayısı herhalde 15’i buldu. Yani odaklanma diye bir kavramın eksikliği var, firma sayısı da çok yani orada bir miktar acendanın çıkması doğru ama uygulamada da biraz handikaplar var.
GB – Turquality’nin ilk gününden beri işin içindeyim, destek oluyorum. Başlarda hakikaten çok iyi niyetle başladı ama sonra dağıldı. Yani toplam destek miktarına baktığınızda da, son yılın rakamını bilmiyorum ama daha önceki yıllarda da bu 200.000 dolar falandı. yani işte 200 firma ya da 300 firma 200er bin dolar, yani 1 milyon dolar kullanan da var da burada hepimiz şeyiz yani yurtdışında 100 200 bin dolara markalaşamazsınız, bunlar fuar desteği, kira Desteği şu bu, bence hani 500 tane firmaya , 300 tane firmaya o desteği vereceğine 20 tane, 30 tane firmaya sağlam destek ver, ki onları da motive et, onlar da biraz şey olsun daha doğru olur. Dolayısıyla çok doğru bir programdı ama dağıldı yani çok ufak şeyler oldu.
MY- bizde genelde şey oluyor, yani o alıyor ben niye almıyorum deyip ordan devam ediyor.
GB- aynen
ES …. Başlıyor, bizim sektörü de açalım falan
MY- özel buradan sana geçmek istiyorum, sen de hem çok turizmin yoğun olduğu bir yerden, bir sektörden çok yakınsın, onlarla çalışıyorsun. Senin gözlemin ne Anadolu’nun durumu hakkında?
ÖOT – Ben sürekli Anadolu’da çalıştığım içim yani Anadolu’nun içinden geliyorum bir anlamda. Bütün o iş hayatım, Ankara sonra da Antalya, İstanbul’da çok az yani biraz iş yaptım, Güven Abi zaten ana noktaların hepsine değindi, ben hep onu yaşamışımdır, karşıdaki kişinin kişisel bütçesel anlamda bir maddi gelir yarattığı bir işte başka birinden akıl alma isteği çok az oluyor. Çünkü şöyle bir görüş hakim oluyor: “Bu işi ben biliyorum ki bu fabrikayı kurdum.”, “Ben demek ki doğru yapıyorum ki şu parayı kazanıyorum.” algısı biraz yüksektir Anadolu’da. Almak birazcık daha şey gelir marka konusunda. Pazarlamada biraz daha şey ama soyut şeylerde akıl almak biraz onlara para kaybı zaman kaybı vs gibi gözükür. Anlatıp inandırmak, örnekler sunmak vs çok uğraştırıcı bir şeydir. Hani elimizle dişimizle onu yapmaya çalışıyoruz. Çok uzun vadede bir kere çalışma, uzun vadeli çalışmayı buralarda kabul ettirmek de zor, yani Güven abinin dediği gibi benim yaptığım işlere A lira para harcayacaksınız bu ikisi size şu kadar süreyle hiç kara dönüşmeyecek. Ama şu kadar zaman sonra alacaksın’da görüşümüz o kadar uzun değil bizim yani kısa, mesela turizm dediğiniz zaman turizmde belirli ve uzun vadeli bir yatırım ama daha güvenlice, yani siz bir otel için devlet tahsisi bir arazi satın aldığınız takdirde bina yapıyorsunuz şu kadar yılda kendini çıkarır, evet, deniz kum güneş zaten satan bir şeydir, yani çok iyi yaparsanız orada çok çok iyi yaparsanız % şu kadar fazla para kazanırsınız, ama hiçbir şey yapmasanız da belirli bir para kazandıran sektördür. O yüzden burası daha safe-zone, o açıdan marka çıkarmak daha zor. Çünkü hiçbir şey yapmayan da oteli % bilmem kaç doldurur zaten. Ama büyük marka çalışmaları var, uğraşılar var hani belirli zaman içersinde bir yere gelebilir. Biz belki şöyle bir avantaj yakalamış olabiliriz. Bu arada hani onu konuşurken uzun vadeli veya teknolojiyle birlikte, yeni markaların dijital kanatta daha hızlı bir şekilde büyüdüklerini gördüğümüz için Türkiye’ye oradan bir avantaj çıkabilir, çünkü biz hep şey daha çok severiz böyle, “abi hızlıca para kazanabileceğim ne var, hızlıca nasıl büyütürüm hızlıca nasıl batarım” olduğu için teknolojide yemek sepeti işlerin Peak Games’in gelmesiyle falan böyle herkeste evet marka olmak lazım tadı biraz daha doğdu gibi hissediyorum.
MY – Evet Güven Hocam’ın da bir “Ballı Fındık” diye bir kitabı var. Orada da çok güzel, dünya gazetesinden, her bölümde birçok fikrin olduğu bir kitap aslında zaten. Ne dersiniz hocam, orda en umut bağladığınız neler var?
GB – Evet, şimdi ballı fındık kitabının reklamını yapayım, şimdi ya işte bu topraklardan dünya markası çıkar mı diye yazdık 2002 baya umutluyduk o dönemde, yani enflasyon durdu, Türkiye’nin ihracatı artıyor, Turquality programı başlamış, markalaşma bilinci başlamış, yurt dışında çalışmalar yapılıyor falan bayağı bir umutlandık, baya da çalıştık yurt dışında yani çok sayıda firmada, ülkede hizmet verdik, ama sonra da işler istediğimiz gibi gitmedi bende dedim hani ya ne olabilir hani biraz fikirleri de paylaşayım dolayısıyla aklıma gelen markalaşma fikirlerini Dünya Gazetesinde yazdım sonra da onları bir kitapta topladım, baya iyi tepkiler aldım, yani baya oradan birilerine ilham verdiğimi düşünüyorum. Pozitif şeyler, yatırımlar çıkıyor. Adı ne, nerden geliyor? İşte yazılardan bir tanesi ballı fındık. Türkiye dünyanın bir numaralı fındık, iki numaralı bal üreticisi ve benim de hani hizmet verdiğim markalar var Bal-fındık karışımı. İşin özü şu yani onlar yapıyorlar, satıyorlar falan ama bu topraklardan Nutella’ya bir rakip çıkaramadık. Benim derdim o,yani tamam ufak tefek şeyler oluyor ama ya da bir mağaza zincirinin hazır giyimcinin yurt dışında 20bin mağazası var, okey başarılı güzel, tebrik ediyorum ama benim şeyim şu yani şöyle bin mağazası olsun ama dünya markalar liginde sıralara girelim. Dolayısıyla onlar beni kesiyor, tatmin ediyor. Türkiye’ye faydalı olacak şeyler bunlar, orda mesela biz buradan hani alternatif bir sürme ürünü yapabilir miyiz baldan falan, daha yönelik çok şeylerim var, Antep fıstığı bence dünyanın en lezzetli çerezi. Bunları pazarlayabileceğimiz çok şey var ama uğraşmıyoruz yani tanıtım grupları vardı mesela yıllarca seramik grubuna hizmet verdik çok güzel işler oldu, çok katma değer arttı. Ondan sonra ama Fındık Tanıtım Grubu diye bir grup vardı ya hani bir kere yüzde 80ini harcayamadı yani düşünebiliyor musun elinde 10 milyon dolar bütçe var Türk fındığını dünyaya katmak için ve sen bunun 1’ini harcıyorsun oradan fuara gidip. Yani bunlar hakikaten şey ayıp yani, dolayısıyla ürünlerimizi dünyada pazarlayacak çok şeyimiz var çok malzememiz var hani şehirlerimiz var kentlerimiz var tarihi dokumuz var. Tarımsal ürünlerimiz var teknolojide de yapabileceğimiz şeyler var. Yani Türkiye mesela akıllı evler, konusunda falan çok şey, güzel markaların iyi işleri var. Ondan sonra hani orda da boş değiliz ama bir ortak iradeyle şu alınması lazım. Kitapta bunları anlatmaya çalıştım yani işte gıdadan tekstile, hazır giyimden spora neler yapabiliriz, neler yapmamız gerekir. Etkinlikler konusu ne bileyim Antalya artık Altın Portakal’ı bir Cannes gibi daha hani bölgesel bir şeye çevirebilir miyiz? Buna çok kafa yordum. Ve işte Türkiye’nin birçok şeyi işte Kristal Elma’sı, Altın Portakal’ı işte bilmem nesi orda yapılsın, dizilerimizi pazarlayacak bir ortam yapalım Cannes gibi. Fransızlar bunu yapmış ama Cannes’ın oturması 20 yıl almış. Şimdi ben gidiyorum Antalya Belediye Başkanı’na anlatıyorum, 3-5 senemizi alır diyorum konu kapanıyor. Yani herkes
MY- bir dahaki seçime kadar…
GB- bir sonraki seçime kadar anlatacağı şeyler arıyor Türkiye’de. Dolayısıyla markalaşmadaki temel şeyimiz beş sene sonra sonuç alırız deyince olmuyor. Burada Ercan da bilir mesela P&G Türkiye’ye ben o zamanlar Aksiyon’un Pazarlama Müdürü’ydüm, Ace’yi getirdi, Türkiye’de üretim yapmadı İtalya’dan getirdi çamaşır suyu. Ya girişte zarar yazıyor, üstüne dünyanın reklamını yaptı. Full zarar. Sonra %20 pazar payına ulaşınca, üretim yatırımı yaptı. Aynı şeyi birkaç sene önce Fairy için yaptı. Polonya’dan getirdi. Şimdi Türk sanayicisine bunu anlatamazsın yani herif önce fabrikayı kuruyor, sonra sattığı her paletten para kazanmayı düşünüyor. Yok arkadaş yani önce bir markayı oturt, tüketici tatmini yarat, pazar payı kazan, üretim yatırımı en kolayı. Algıysa tam tersi, önce yatırımı yapacak, altı ay içinde de para kazanmaya başlayacak. Yani şey
MY- bakkal dükkanı…
GB- aynen. Dolayısıyla bu kafayla zor.
ES- ya bi de orda
Mete- Ercan hocam evet sana söyleyecektim
ES- aynen ben de onu söyleyecektim, notları öyle almışım. Bir iki tane ekleme yapacağım, keşif tarafına da çok cesaretli olmadığımızı düşünüyorum. Yani şu anlamda bahsettiğimiz sektörlerle ilgili de hatta ben onu şöyle bir benzetmeyle yapıyorum. Ben bir iki tane sektör stratejisi çalışmasında da yer aldım hatta bir tanesiyle hala da devam ediyorum. Şimdi farklı farklı şirketlerle görüşüyorsunuz, Türk firmalarla. Şimdi ben istiyorum ki o sektördeki firmalarla konuşurken rekabetini sorduğumda bana işte Hindistan desin, Tayland desin, Malezya desin ama A şirketine gidiyorum rakibin kim diyorum o ülkede diyorum B şirketi diyor, B firmasına gidiyorum A firması diyor. İşte böyle bir handikap da var maalesef. Yani böyle biraz koloboratif çalışma diyebileceğim yani kolektif çalışmayı biraz daha açık olma durumumuz var biz başka bir proje çerçevesinde şeyi çok inceledik. İşte Taiwan’ın başarı hikayesi işte bu semi conductor tarafında veyahut işte Güney Kore’de büyük markaları yaratma hikayesi. Buraların her birinde bir kolektif hikaye var yani hem paylaşım kültürü var, hem uzun süreli yatırım perspektifi var, hem de yeni pazarları anlamaya yönelik ön çalışma ve strateji çalışması var. Maalesef bizim tarafta gitmemiz şey gereken yerler burası, yoksa şu değil. ya burada az önce de anlattım, bir sokakta sizin komşunuz güzel bakkal dükkanı açmış “aa iyi para kazanıyor hemen ben de bir bakkal dükkanı açayım” değil yan sokak boş, yan sokakta aç ikiniz de daha büyük kazanın, keşfine de biraz daha açık olması gerekiyor. Bir de tabii ki bunu yaparken o koloboratif çalışmaya da açık olması gerekiyor. Bizim, sektörel anlamda. Burada ister istemez işte dernekler ve devletin bir şekilde müdahil olması gerekiyor. Aksi takdirde serbest piyasa ekonomisinde bu kollektif çalışmalar çok iyi yer almıyor, hatta ısrarla ben şeyi anlatıyorum keşke buna da bir laf bulabilsek Türkçe’de diye, belki de kullanıyorsunuzdur Güven abi ya da Oytun sizler. Colpetition diye bir kavram var yani tam işte şey yapalım işte İngilizler bunu İngilizcenin de işte böyle bir seksi yanı vardır ya hani kullanımda. Yani Competition’la Colaboration’ı birleştirip birlikte kullanılarak. Bunu yaratabilmek de önemli, sektörel gelişim anlamında. Dolayısıyla bizim bir iki sektöre odaklanmak en önemli kavram. Ki bu bizim Uzak Doğu hikayelerinden öğrendiğimiz en önemli kavram bu. İkincisi de biraz da orda kolektif çalışma kültürünü de geliştirmek gerekiyor, tabii bir de bunu ön çalışma ve stratejiyle beslemek eksikliği var yani biz hemen dediği gibi Güven abinin önce yatırımı yapalım. Deneyelim, yapamayıp öğrenelim, bir daha deneyelim falan gibi böyle çok da zaman ve para kaybediyoruz. Dolayısıyla biraz ön çalışma, bu işin ar-ge si diyorum ben ona yani, projenin ar-ge si kısmına da biraz kafa yormak gerekliliğini hissediyorum. En azından benim karşılaştığım hikayelerde.
MY- Oytun, Anadolu’da işte diyordun herkes kendi işini çok iyi bildiğini düşünüyor. İkinci, üçüncü nesil de mi aynı şekilde aynı yaklaşımda, aynı kafa yapısında? Onlar biraz daha dışarıyı görüp de gelen, parası olup da fikrini değiştiren var mı? Burada bir ümit var mı yani öyle baktığımız zaman?
ÖOT – Abi,var kesinlikle ümit var ben de Ercan’ın dediğine katılıyorum, ben de ümit var konumundayım. İnanıyorum yani yavaş yavaş böyle adım adım gidiyoruz. Çok önceden beridir bütün dertlerini çekerek geldiği için hani Marka Konseyi’ndeki konuşmalarda da aynı şey hani ben onların hepsini zaten yaptım, şu da var yani ve hak veriyorum. Orda Güven abinin bir sürü kazdığı yere gelip ufak hareketler yapıyoruz. Ona göre biz biraz daha kolay. Anadolu’da ikinci nesil veya üçüncü nesil için görüşüm şöyle: başarılı olabilenlerde söyleyebilirim, gördüğüm şey aileden o kültürü almış, örgenmiş, yeni nesil kendi okuduğu okulu, yaşadığı veya işte eğitim gördüğü yurt dışı teknolojik birikimlerle birlikte biraz daha farklı bir yerde, yani o kadar dirençle karsılaşmıyorsunuz. Hatta orada kendi ailesinden gördüğü dirence karşılık o da bir direnç göstererek, bizim kanata daha yakın hareketler sergiliyor. Ercan’ın dediğinde şu çok net ve çok şey, hani Güven abi marka için 3-5 seneye ihtiyaç var evet, Ercan’ın dediğinde ya abi o sektöre girmeden önce bir iki sene çalışalım orayla birlikte ile süre 7-8 seneye çıktı. Türkiye gibi coğrafyalarda 7-8 sene insanların şey modu yani…
ES- bir araştırmada diyordu Oytun, Türk insanı için en uzun vade 7 yılmış.
ÖOT- 7 yıl yani işe girip de tutturabileceği bir vade olunca o daha da zor bir şey. Ama hani bunu yılmadan anlatacağız özel şeyimiz o yani. Hani bu tip buluşmalarda buluşacağız, insanlara anlatacağız. Dünya markası çıkacak diyorsak 3 sene 5 sene 7 senelere ihtiyacımız var. Başka bir sansımız yok.
GB- şimdi ben onun 7-8 sene olduğunu biliyorum da Türk insanını bildiğim için arada bir şey bulup ya bu 3 sene falan diyorum. Ondan sonra dolayısıyla 7 seneyle kapıyı açtığında hiç şansın yok. 1-2 senede zorlanıyoruz. O yüzden bu yerel şeyin getirdiği bir pratik. Geri dönüş süreleri öyle, hani bir dönem bir proje yaptık ve bir enerji tasarrufu sistemleri şeyiydi. Almanya’daki yatırımcı geri dönüşü yani ROI 6 7 sene olan yatırımları gözü kapalı yapıyordu. Türkiye’de bunu desteklerle falan 3-4 seneye çekmelerine rağmen insanlar 3-4 senede geri ödeyecek bir yatırımı, enerji tasarrufu yatırımı yapmıyorlar. Yani geri dönüş süresiyle de ilgili böyle konular var. Dolayısıyla ama ben artık bu ezberlerin bu şeylerin artık önümüzdeki dönem değişeceğini düşünüyorum. Buraya kadar geldik burada tıkandık diyerek ekonomi hakikaten tıkandı. Dolayısıyla alternatif arayışlar olacak ve burada herhalde bu konulara daha fazla ciddi yatırımlar ve şeyler olacak diye bekliyorum. Dolayısıyla kuşaklarla ilgili de şöyle söyleyeyim. Hani 100 müşteriye hizmet verdiysem bunun 5’i maksimum 10’u birinci kuşaktır. Birinci kuşakta başarmış olmanın getirdiği bir kibir var, bu insani bir şey. Doğal. Dolayısıyla ben ağırlıkla 2. Kuşakla ve o sektördeki profesyonellerle çalışıyorum. Birinci kuşakla ilgili fazla bilgi durumum yok. Ama onlar da gittikçe yerine 2. 3. Kuşaklar geldikçe biraz daha danışmana biraz daha düşünene, biraz daha soyut şeylere yatırım yapma imkanları, niyetleri artacak diye düşünüyorum.
MY- Ercan hocam?
ES- şu var yani özellikle 1. Kuşak girişimcide hep daha büyüme hevesi ve arzusu var. Yani burada benim yaşadığım, tecrübe ettiğim hem tekstildekilerle, hem seramik sektöründekilerle, hem sağlık sektöründekiler, farklı farklı sektörler gördüğümde her kuşakta bir yurt dışına açılayım ve orada da Türkiye’de yakaladığım başarıyı yakalayayım arzusu var ama neyi yapacağını bilmeme çok etkin. Çünkü genel olarak şöyle bir handikap seziyorum ben yani bilmiyorum hani panelistler de illa ki yorum yaparlar o konuyla ilgili ama, bizim hani bir ön çalışma, bunun bir ön mutfağı ya da işte bir projenin ar-gesi diyebileceğim bu stratejiyi oluşturma kısmında bir tecrübesi yok. Bu atılımları yapanların. Çok iyi bir girişimci hikayesi var. Pazardaki bir fırsatı görmüş, o Pazardaki fırsatla ilgili pazarı yaratmış, markasını yaratmış, Türkiye’de bir başarı hikayesi yaratmış. Ama bunu bir adım ileri tasıma bir siklet atlatma noktasında, şimdi Türkiye’de yaptığı usulle bunu yapamıyor. Çünkü bildiği dünyadan bilmediği bir dünyaya evrilecek, orda bizim daha sistematik olarak oturttuğumuz işte hem kurum stratejisi dediğimiz hem marka stratejisi dediğimiz biraz bu işin ön ar-gesini yapması gerekiyor. Ön çalışmasını yapması gerekiyor. Orada bir tıkanıklık hissediyorum. O yüzden genel anlamda bir seviyeye gelip siklet atlama problemi var Türk markalarının benim en azından tecrübe ettiğim, tanıştığım, tanış olduğum süreçlerdeki markalarda. Bilmiyorum Oytun’un ya da Güven abinin tecrübesi paralel midir ama ben en azından en temel konunun bu olduğunu düşünüyorum. Yurt dışına giderken de bu sefer yine orda da bildiği yöntemi tercih etmeye çalışıyor, “trial and error”lar çok fazla benim gözlemlediğim, deneme yanılma yöntemleri veyahut da şey ruhu var o da çok şey gözlemlediğim bir şey. Yani bir başarı hikayesi görüyorlar yurt dışında onu kopyalama ve genelde bu başka bir Türk markası oluyor, işte bir başka Türk markası orda bir başarı hikayesi yaratmışsa “o ne yapmış ben de yapayım” hikayesi Halbuki dışarıda çok daha büyük fırsatlar var, bunları kovalamak ile ilgili bir yöntem bilmeme ve o kadar sebatlı olmama durumu hissediyorum. Yani o kadar sabırlı olmama durumu hissediyorum genel olarak benim tanış olduğum bu sektörlerde.
MY- bu kesinlikle var yani şu da var ama yani bir yandan, o aklı almaya da o kadar şey değiller, her zaman hazırlıklı değiller yani sonuçta herkesin aklı çok kıymetlidir ya hani, pazara koymuşlar bütün akılları herkes yine gitmiş kendi aklını almış. Ya sonuçta böyle bir şey de var böyle bir direnç de var hani o ne bilir işte gibi bir yaklaşım da olabiliyor.
ES- Ben dediğim gibi burada ümitvarım bir iki tane de projenin içindeyiz şu an o projelerin verdiği hizmet sektörü ve girişim sektörü ile ilgili önemli fırsat alanları olduğunu düşünüyorum. Mal tarafında daha birikimlerimiz var ve o birikmişliklerimiz var. Yan özetle şunu söyleyeyim yani hizmet sektörü ve bilişim sektörü bizim kafa yapımızda gibi geri dönüş tarafındaki ön yargılarımıza daha yatkın o anlamda ben bu iki sektörle ilgili yani zaten bilişim de hizmet sektörünün altında gözüküyor ama ben ayırmak istedim bilerek. Bu tarafla ilgili önemli fırsat alanları olduğunu düşünüyorum. Bununla ilgili hem hükumetin hem de kurumlar nezdinde iyi çalışmalar olduğunu biliyorum. Bir ikisinde yer alıyorum mal sektörüyle ilgili dediğimiz o bariyerler var maalesef. Bunun da dinamiğinin değişmesinin bir avantaj olduğunu düşünüyorum. Yani eskisi gibi o kadar çok mağaza açmamızın gerekmiyor olması bunun bilişimle bir noktada buluşuyor olmasını yine bizim memleket adına avantaj olabileceği kanaatini taşıyorum ben.
MY- evet, Oytun’dan da alalım son sözlerini, Oytun:
ÖOT- Bu topraklardan dünya markası çıkar. Çok net bir şekilde çıkar ve bizim çıkaramadığımıza üzüldüğüm için bu konuşmaları yapıyorum. Ya bizde acayip bir kaynak var baktığımız zaman işte toprağın altı marka bizde, toprağın kendisi marka, toprağın üstü marka. Her yerden aslında marka fışkırıyor, ama bir şeylerde yanlış yaptığımızı evet hepimiz biliyoruz. Ki varsa bizde de aynı şekilde hata var, çok anlatacağız işte yani olabildiğince çok yerde çıkacağız ve gerçekte markanın ne olduğunu ne işe yaradığını anlatacağız, olayda benim önem verdiğim nokta şu: bizim insanımız hepimiz, yani kendimiz adına da dahil olarak, şunu bilirsek acayip yol alıyoruz. “Tekil olarak bana faydası ne?” yi görürsem ve Tekil olarak bana faydasının ne olduğunu birileri bana çok net anlatırsa çok net anlayabileceğim. O zaman her şeyi yapabiliyoruz ülkece. Yani halka inme, halka inmek ne demekse bilmiyorum. Öyle bir tabir var diye kullanıyorum. Hepimiz, yani bir konuyu bilen diğer konu hakkında daha az bilgisi olanlara, eğer ülke bu konuda bir şeyler yaparsa senin faydan bundan direkt şu olacak diye çok net anlatırsa çok çabuk yol alınmış oluyor. O zaman insanlar destekliyorlar.
Şeyde bir şehir efsanesi vardır. Güreşle ilgili hani biz güreşte çok iyiyiz ondan sonra işte bütün ülkeleri yeniyoruz diye süreyi hızlandırmaya başlıyorlar biz de çeviklikten ziyade güç var diye. Şimdi o iş hayatında markada o tersine dönüyor. Eğer hepimizin anlattığı gibi süreler 3 seneler,5 seneler, 7 seneler havada uçtuğu zaman çok birşey olmadıysa da şu an teknolojiyle Ercan’a çok katılıyorum, teknolojiyle birlikte çok hızlı bir yere doğru gidiyoruz. Çok hızlı sonuç alabildiğimiz bir yerlere doğru gidiyoruz, bu sefer bizim Türk halkı olarak reflekslerimizin çok iyi olduğu bir yer, aniden, çevik davranmak, hızlı sonuç almak, hızlı başarıya ulaşmak vs. teknolojinin bize de Türkiye’deki bütün markalara da bir fayda sağlayacağını daha fazla fırsat yaratacağını ve hani o çok sakin üst üste aynı adımları atarak yapamadığımız, huyumuz gereği olan şeyleri başarabileceğimizi düşünüyorum. Ve önümüzde hem covid sonrası hem yeni nesille birlikte büyük bir avantaj doğacak. İşte hep birlikte orada ülkemizden dünya markası çıkarmak için çalışmamız lazım.
MY- sanıyorum yine kararlı olmak ve biraz dışarıdan gelecek fikirlere, akıla biraz açık olmak gerekiyor. Önce kısıtlı kaynaklarla yapılacak çok şey var. Ve bunlar adım adım denenerek yapılacak işler aslında. Ben çok teşekkür ediyorum. Son bir şey söylemek isteyen var mı?
GB -Kısıtlı kaynak, evet hani belli işler büyük kaynaklar gerektiriyor. Türkiye bir uçak sanayine bir havacılık sektörüne girmek ya da bir otomotivde rekabetçi olmak zor ama zeytinyağı için bu hiçbir şey, dediğim gibi hani Türkiye’de o kaynaklar fazlasıyla var. Doğru yere yatırmak, yani şöyle bir AVM ye yatırdığınız parayla, bana verin o bütçeyi Türk zeytinyağını dünyada marka yapayım.
MY- evet yine bir soru var, Ayhan Bey demiş: Türk kahvesi marka mıdır diye? Sizin bu arada güzel bir yazınız var, yanlış hatırlamıyorum değil mi, Türk kahvaltısını mesela bir marka yapmak, otel zincirlerinde
GB-tabi tabi, Türk kahvaltısını markalaştırmak, çay kafeler yapmak, bununla ilgili girişimimiz de oldu yani Starbucks’ın çay versiyonunu yapmak, kitapta çok şey var inşallah zamanı gelecek.
MY- peki, sizden son bir söz var mı bir şey eklemek istediğiniz? Oytun ve Ercan?
ES-Sevgi, selam herkese, tüm Odtü’lülere.
MY- evet tüm Odtü’lülere böyle bir, seçkin bir ailenin üyesi olmaktan ben de çok memnunum, ömür boyu hepimiz gibi gurur duyuyoruz. Çok teşekkür ediyoruz, değerli dinleyicilerimize de hocalarımıza, arkadaşlarımıza bizi dinledikleri için, ve bize ulaşmak isterlerse Marka Konseyi sosyal hesaplarından da ulaşabilirler. E-mail den de web sitesinden de ulaşabilirler. Herkese güzel bir mezunlar günü diliyoruz.
GB-tek yol marka devrimi, hoşça kalın 😉
Bu söyleşiyi yazıya aktaran Sn.Kübra Karadal’a yardımı ve emeği için teşekkür ediyorum. MY