MY: Merhaba ben Mete Yurtsever Değer Yaratmanın Formülü podcastinin ev sahibiyim. Bugünki değerli konuğum Seda Evis.
Hoş geldin Seda.
SE: Merhaba, hoş bulduk.
MY: Seda Evis stratejiyi tasarım süreci ile birleştiren, büyümeyi kullanıcı odaklı iş görülerine dayandıran ödüller kazanmış bir lider. Birsel + Seck’in Strateji ve büyüme direktörü. Amazon, Nike, Toyoto, Philips, GE, Herman Miller gibi birçok Fortune 500 firmaları için ürünler servisler ve yeni iş alanları tasarlıyor. Şöyle biraz en başa gidersek, çok başa değil ama 1997’ye ODTU’de şehir ve bölge planlamasından diplomasını alıyor. O günlerdeki düşüncelerini anlatır mısın nasıl bir gelecek düşünüyordun? Bugün ile bir araya getirdiğin zaman.
SE: Evet şimdi işte tabi o geleceği görmek tabi covid sürecindende öğrendik öyle kolay bir şey değil her an her şey değişebilyor. Şimdi şöyle aslına ODTU şehir planlama, sen de ODTU’lüsün biliyorsun mimarlık ve şehir planlama ve endüstriyel tasarım hepsi aynı çerçeve altında. Şehir planlamayı da aslında yazan bizler çok iyi bilerek de yazdığımızı zannetmiyorum o yıllarda. Mimarlığa yakın bir şey diye yazdık çoğumuz. Enteresan bir eğitim bakış açısı var şehir planlamada. Söyleyebileceğim şimdi belli bir deneyim süzgecinden geçirdikten sonra ve Amerika’da da eğitim gördükten sonra aslında ODTU şehir planlamanın inanılmaz bir yelpazesi varmış. eğitim verme açısından. Biz o yıllarda tasarımdan ve tasarım felsefesinden istatistiğe, ekonomiye oradan civilization gibi böyle inanılmaz bir yelpazede hem sosyal hem daha teknik alannda eğitim aldık. O eğitimin aslında sonra bana sonra getirdiği sistemsel düşünme, farklı kültürlerden veya farklı disiplinlerden gelen insanlar ile nasıl bir arada çalışabilirsin? O kültürleri veya disiplinleri hızlı bir şekilde nasıl tanıyıp onlara relevant olacak şekilde nasıl hitap edebilirsin diye temel aslında belki de iş hayatında çok önemli birtakım faydaları olduğunu düşünüyorum. Sonra ODTU şehir planlamadan çıktıktan sonra o tamamen aslında 60’ların Amerika da ki şehir planlama felsefesi ile kurulmuş bir bölüm, 97 Türkiye kontekstine geldiğimizde pek de işe yarar bir kontekst değil. Tahmin edebileceğin gibi. Genel bir eleştiri şudur, ODTU şehir planlama mezunlarına karşı. Siz çok idealistsiniz, işler böyle yürümüyor Türkiye’de. Zaten Türkiye’de ki işlerin nasıl yürüdüğünü 1-2 sene içerisinde öğrenirsin pratik ederek. Ama o temel birtakım bilgileri, öğrenme ve çalışma biçimini bence pratik öğrenerek yapmak da doğru değil. Belki o açıdan o eğitime katılıyorum. Sonra 97 de ben mezun olduğumda aslında bir de yan dal yaparak mezun oldum. Mimarlıktan koruma yan dalı yaparak. Sonra bir süre çalıştım ve gerçek hayatla yüz yüze oldum. Enteresandı oda. Sonra benim içinde hep girişimcilik çocukluktan beri yaptığım birtakım şeyler vardı onu İstanbul’da pratik etme şansım oldu. Küçük bir turistlik eşya özel tasarımla yaptım. Küçük şirket kurdum duty freelere sattım yaptırdığımız şeyleri. Oradan da bir MBA yapma gideyim bu işi tam mutfağında öğreneyim Amerika da öğreneyim. Oradan Amerika’ya geldim. Yani 97 de benim fikrim işte ben aslında çok girişimcilik işi enteresan onu yapayım gibi bir şeydi.
MY: Harika, peki mesela yine bugüne hızlı bir fast forward yapacağız sonra geri geleceğiz ama, tasarım odaklı düşünme diye bugün hem sizin pratiğini yaptığınız hem de bugün dünya da artık kabul edilen türde bir yaklaşım ile ilk ne zaman tanıştın? Amerika da mı tanıştın, böyle disiplin olarak.
SE: Yani aslında ODTU’de gördüm diyemem. O yıllarda tasarımı business ile buluşturalım oradan neler çıkacak. Mesele ideal olan belki tasarım düşüncesini mimarlıktan çıkarıp mühendislikle, işletme fakültesi ile ortak projeler yapabilseydik ya da yapmayı düşünseydik o zamanlar, o zaman tasarım odaklı düşünce olurdu. Ama biraz erken olurdu değil mi?
MY: Kesinlikle.
SE: O yüzden ben aslında bu işi pazarlayan Amerika çapında ve dünya çapında IDEO ile duydum iş hayatı süresi boyunca. O da şöyle oldu, İnsanın hayatını hep bir takım katalist dönemler var. Sende biliyorsun işte şu an yaşadığımızda aslında öyle bir enteresan dönem. Ben 2. çocuktan sonra geri döndüm işe. Genelde Amerika’da da işe geri döndükten sonra sana bir süre veriyorlar böyle -hmm sen bir bak bakalım nedir durumun seklinde. Geri döndüğüm iş daha önce bıraktığım çok yüksek tempolu strateji odaklı bir iş değildi. Bayağı boş vaktimin olduğu bir işti. Bende işi 2-3 saatte bitirip ne yapsam diye düşünüp ve o sırada biraz araştırmaya başladım. Neler olup neler bitiyor diye. IDEO ve IDEO’ nun yaptığı işler ve farklı disiplindeki insanları bir araya getirip tasarım odaklı düşünce ile yeni çözümler tarafını orda görmeye başladım ve bana çok yakın geldi. Gerçekten birden beni zoom şeklinde 10-15 sene önce ODTU’ de öğrendiğim şeyleri düşünüp, sonra oradan bir kıvılcım ,ben aslında şuanda bildiğim üretimle ilgili bildiğim supply chain, finansla vs. gerçekten corporation Amerika’daki yaşanan günlük hayatla bildiğim şeylerle birleştirip aslında yeni bir değer yaratabilirim diye düşünmeye başladım. O esnada yine ODTU yardımıma geldi. Şöyle oldu, ODTU de tabi her zaman olduğu gibi arkadaşlarla o zaman ki hocalar ile hala iletişim içerisindeydim, sağ olsun Facebook. Oradaki o zamanki asistanımla tabi şimdi hem arkadaşım hem büyüğüm, ona söylüyordum. Ben böyle şeyler yapmak istiyorum tasarım, tasarım odaklı düşünce gibi. O da ;
Bak 2 kişi tanıyorum. Nerde yasamak istiyorsun diye bir konuşma oldu. Bu arada da New York’da yaşamak istiyorum. Ben seni Ayşe ile tanıştırayım dedi. Öyle bir aslında Facebook üstünden bir tanışma oldu yani Ayşe ile. Orada kafalarımız uyuştu. Ben bir süre ona danışmanlık yaptım. Daha çok business danışmanlığı yaptım. Sonrada dedik ki biz güçlerimizi birleştirelim, farklı disiplinlerden gelen bakış açılarımızı birleştirelim. Benim tabi tasarımı anlıyor olmam büyük bir avantaj oldu. Daha finans gibi bir alandan gelmeyip, biraz daha farklı bir alandan gelmem. Oradan sonrada beraber çalışmaya başladık. Hatta senin 2-3 podcast önce Gürcan ile olan konuşmanı dinledim birazcık. Çünkü Brisa çalışmasını biz Ayşe ile beraber yaptık.
MY: Gürcan Beyde -ben hala burada isem hani bu projenin çok önemli yeri vardır dedi. Size de çok taktirlerini bahşetti.
SE: Bizim için de çok keyifliydi.
MY: Harward Bussines Rewiev article o da senin article değil mi?
SE: Evet, evet. Bu Brisa ile yapmış olduğumuz 2013 de başladığımız ve ürün odaklı düşünceden müşteri odaklı düşünceye nasıl gidebiliriz diye, onların bir kültürel olarak kendi işlerinde üretim şirketinden inovasyon pazarlama şirketine dönüşme yolculuklarında biz bir parçaydık. Bir de Türkiye de eğitim olarak adlandırılır. Ben buna eğitim demiyorum. Yani bu bir training ötesinde aslında gerçekten yaşayarak yaptığınız bir şey oluyor özellikle bizim inovasyon yolculuğunda yaptığımız şey. İki ayrı grubu iki sene 5 ay gibi bir süre içerisinde yeni bir ürün geliştirme üstünde beraber tasarım yaptık, örneklere baktık, eğitim kısmı da vardı tabi ki. Bir ürün geliştirdik, iki farklı ürün geliştirdik. Gürcan da onların ikinci fazındaydı.
MY: Türkiye ye geleceğim, Türkiye hakkında çok sormak istediğim sorular var. Arada şunu da sormadan geçemeyeceğim hakikaten, sende çok eşsiz gördüğüm bir deneyim var Urban sabbatical. İnsanın kendi hayatının prototip şeklini denenmesi gibi düşünebilir miyiz? Hakikaten etkileyici. Kısaca bahsedebilir misin?
SE: Evet evet öyle. Ona ben böyle hani fiyakalı bir isim bulayım diye düşünüyordum ne olabilir. Urban Sabbatical oldu. Onu da aslında çıkış noktası şuydu; bir noktada bir kurumsal Amerika hayatı içerisinde 11-12 sene geçirdikten sonra bir es vermek istedim açıkçası. Oda şundan dolayı oldu. Ayşe’ye şu konuda katılıyorum. Ayşe Birsel’e, onun bir lafı var.
-Hayatımız en büyük projemiz diye. Ben onu tanımıyordum tabi ki o sıralarda. Bu gerçekten gitmek istediğim yer burası mı? İstesem 20-30 sene daha böyle devam edebilirim. O noktada şunu düşündüm, 8-9 ay ara versem en kötü ihtimal geri gelirim. ‘’-Ne olur beni işe geri alın’’ derim. Ama büyük ihtimalle böyle bir şey olmaz diye düşündüm. Şöyle bir fikir vardı aklımda, sonuçta San Diego’da yaşıyordum, hoş bir şey. Amerika’nın Antalya’sı gibi diyebiliriz. Hava olarak da daha iyi o kadar da sıcak değil. Ben daha şehir hissi olan bir yerler de yaşayayım diye düşünüyordum. Bir yandan da aynı esnada tasarım odaklı biraz daha işin ürün kısmına kaysam pazarlama, müşteriye yakın tarafına kaysam tabi bunun merkezleri var hem Amerika da hem Avrupa’da. New York böyle bir merkez, San Francisco daha teknoloji alanında daha merkez. Aklımda 4 tane şehir vardı denemek için. New York, San Francisco, Londra biri de İstanbul. İstanbul her göçmenin ki ben kendimi tesadüfi göçmen olarak adlandırıyorum ve çünkü öyle bir fikrim yoktu aklımda. Gidiyim Amerika ya göçeyim gibi. Ben burada eğitim almaya geldim fakat 20 sene sonra tabi ki göçmen oluyorsunuz. İstanbul’u bir deneyeyim. Dönmek istiyor muyum, çocuklar daha küçükken şansım var bunu gerçekten yapmaya. Gerçekten bir prototip oldu. Her gittiğim şehirde 1 ay kalma hedefim vardı. En az 1 ay. 1 ayda insan anlıyor nasıl bir deneyim olur gibi ve de orda yaşayan arkadaşlara vs. sorarak, genelde bir aile olarak yaşayabileceğim ama yine de yürünebilir, sürekli arabayı kullanmadığın. Çünkü onlar benim kıstaslarımdı. Yürüyerek yaşayabileceğim veya toplu taşımayı kullanabileceğim yerler nereler olur? Mahalleler nereler olur? Oralarda ev tutarak geçti bu dönem. O sıralar Airbnb yeni çıkıyordu o bir şans oldu. Airbnb’ denedim. Onları denedim hatta İstanbul da kaldığımız 3 evde Amerika da yaşayan Türklerin evleriydi kardeşleri işletiyordu yönetiyordu. Bir süre Kuzguncuk’da bir süre Akatlar da kaldık, 2 gün de Balta limanında denize nazır bir şey deneyelim birkaç gün diye. Öyle bir dönem geçirdik. Babamlar buna bakıp siz delisiniz kardeşim dediler. Her iki tarafın da baba ve anneleri bunu dedi eşim Amerikalı. Bir noktada haklılar. Bir stabilite lazım. Ben stabiliteyi bizim verdiğimiz bir stabilite ama evlerin veya yerleşik düzenim veya arabaların verdiği stabilite olması gerekmediğini düşündüm.
San Francisco, Londra, İstanbul maceralarından sonra galiba New York da 3. Günümdü Brooklyn’de filmlerde gördüğümüz brownstone, sokaklar, ağaçlar, yapraklar dökülüyor. Romantik rom-com New York filmi gibi ortamda çocuklarla yürürken pusette, o sırada 2 yaşında küçük kızım. Ben böyle şey dedim, ‘’ -Ben burada çok iyi yaşarım, harika burası.’’ Hem yürüyebilirim. Hem Amerika da ülke değiştirmiyorum. Bir tek iş bulmam lazım ev bulmam lazım. Bu kadar kolay. O tabi iş bulma ev bulma 1 yıl aldı. Çünkü New York kolay bir yer değil öyle şeyleri yapmak için. Ondan sonrada New York’a taşınma ve Ayşe ile önce danışmanlık sonra da full time çalışma seklinde devam etti.
MY: Geriye doğru baktığımızda çok güzel noktaları birleştirebiliyorsun muazzam güzel bir hikaye film gibi geçiyor. Fakat yaşarken bunun için cesaret gerekiyor. Kesinlikle de ilerlemenin önünde merak ve cesaret gerekir. Böyle denesem ne olurdu, What-if çok önemli bir şeydir ya aynı zamanda cesaret. Onun gayet yaşayan örneğisin, hakikaten.
SE: Biraz böyle deli cesareti diyebiliriz bazı noktalarda. Bir tane hayat var en kötü ne olabilir diye düşünmek lazım. Benim kayın validem hemşire. İşte stres yaptığımda kayınvalidem bana en fazla ne olabilir kimse ölmüyor, benim işimde insanlar ölüyorlar diyor, bir hata yaptığımda. Evet diyorum bu bir perspektif getiriyor, evet diyorum kimse ölmüyor bir rapor eksik kaldığında ya da ürün istenilen kadar satmadı diye ölen kimse yok.
MY: Peki şimdi aslında konuşmanda da ucundan değinmiş oldun. Dogma Alares‘in webinarından bahsettin onunda linkini koyacağım güzel bir sunumdu senin yaptığın. Age of the customer 2010-2030 çalışmasından bahsediyorsun. Amerikalılar bayılır, isim koymaya, onu yapanda ‘’Forester’’ isimler veriliyor. Niye 2010-2030 bir ona takıldım. Neden 2010 dan başlıyor veya niye 2030 a kadar götürüyorlar? Sonra ne olacak? Bunları hiç düşün mü bilmiyorum. Önce onu sorayım.
SE: Yani bilmiyorum, bence işte dediğin gibi Amerikalılar zaten pazarlama uzmanı. 4 yaşından itibaren çocuklara ‘’Show and tell’’ diyorlar. Bizim 17-18 yaşında yapmadığımız sunumu yapıyor çocuklar 4 yaşında. Onun getirdiği kolay adlandırma, kolay kategorize etme tabi onun bir takım şimdi negatif taraflarını görüyoruz o kolay kategorileşmenin ne demek olduğunu. ama o 2008’ler de yapılmış bir araştırma, herhalde en kolay 2010 ki bence 2030 a kadar kimse hiç bir şey bilmiyor. Artık önümüzü görme ve o değişimi kolayca tahmin etme veya bu olacak deme şansımız iyice artık küçülmeye başladı, o zaman süresi. Ben orda önemli olan aslında Age of The Customer derken ne demek istiyoruz. Özellikle bu Amazon’ların vs. bizim hayatımıza kattığı vazgeçilemez olma isteği. çünkü daha önce öyle bir şey görmüyorsunuz.
Sen de biliyorsun Mete; işletme, ekonomi tarafından baktığınızda, işletmeler genelde işletme odaklı. Yani demiyor işte belli 10-15-20 sene öncesine kadar böyle -hayır müşteriye odaklanalım ve müşteri ne diyorsa onu yapalım gibi bir perspektif yok. Biz para kazanacağız hissedarlarımıza para kazandıracağız dolayısıyla bize kolay gelen şey ne ise ve o sırada da o hizmetleri veya ürünleri onları ulaştırabiliyorsak ne ala düşünceden gibi bir düşünceden bence biraz daha fast company inc.com ların medyatik olarak bizi yönelttiği düşünce biçimleri de müşterimizi dinleyelim onlara soralım. Benim yaptığım çalışmalarda müşteriye sormak değil, senin kuvvetli bir bakış açın olması lazım ve bu kuvvetli bakış açın ya senin şirket olarak değerlerinden gelmeli veya kişi olarak senin değerlerinden gelmeli. Ama ben müşterimi şu anda çay içiyorum, şunun rengini bordo mu yapayım, mor mu yapayım diye sormak müşterinin işi değil. Müşterinin işi beğenmek ve almak onu ve seni tutmak, başkalarına seni ne kadar sevdiğini söylemek o kadar. Senin bir şirket veya ekip olarak görevin onu yaratabilmek zaten. Bende onu söylemeye çalıştım o webinarda.
MY: Aynen ve orda da Adam Ferrier ‘’STOP LISTENING TO THE CUSTOMER TRY HEARING YOUR BRAND INSTEAD’’ bir kitabı da var orda da IKEA ve APPLE örnekleri dikkat çekiyor. Aslında onlarında hiç anlaşıldığı klasik manada bir müşteri dinlemesi yapmadıklarını ve bir şekilde müşterilerin iç görülerinin gören bir yapısı var. O konuda ne diyeceksin, bu yaklaşım hakkında?
SE: Tabi Apple bizim hepimizin dilimizin pelesenk ettiği her noktada ciklet gibi çıkardığımız bir örnek. Ben de Apple kullanıyorum yıllardır. Herkesin şirketinin başında Steve Jobs yok. Belki olmaması da iyi. Steve Jobs hatıratını da görüyoruz. Kişisel olarak nasıl bir insan olduğunu, profesyonel olarak da nasıl zor bir çalışma ortamı yarattığını görüyoruz. Ama bir yandan da Steve Jobs’ın tabi getirdiği şöyle bir şey var inanılmaz dogmatik bir şekilde, ben doğru olanı biliyorum. Öyle bir sezgim var. İnsanların ne istediğini ve neyden hoşlanacaklarına dair. Ben onu pek kimseyi dinlemeden yapacağım. Belki böyle insanlar var ama herkes de -öyle olsa bile- CEO olmuyor ve o şekilde de Apple başında olmuyor.
MY: Evet tek adam şirketleri ve hayatının kendi değerlerini firmasının değerlerini yapmış insanlar için okey. Siz bunu bir şirkete gittiğiniz zaman bu kültürel değişimi veya bu customer oriented düşünmeyi, müşteri odaklı düşünmeyi nasıl onlara kabul ettiriyorsunuz? Bu dönüşümü nasıl sağlıyorsunuz? Eğer başında bir tane kuvvetli ağzından çıkanın bir kanun olduğu birisi yok ise.
SE: Zaten bunlar kültürel değişim yapalım diye alttan başlayan bir şey değil. Biliyoruz ne kadar meritokratik bir dünya yaşamak istesek de öyle bir dünya yok. Askeriyeden gelen bir aslında hiyerarşi sitemimiz var. Her konuda böyle. Block chain konusunda da çalışıyorum. O biraz değiştirmeye çalışıyor bunu. Organizasyonlarda da değiştirmeye çalışıyor ama dünyamız hiyerarşik bir dünya. Orda kültürel değişimi nasıl sağlıyoruz diye düşündüğümde aslında 2-3 tane ana nokta var. Bir tanesi zaten siz kültürel olarak değişin lütfen, çok iyi sonuçları olacak bunun diyebilmemiz için ona inanan zaten buna gönül vermiş lider konumunda birkaç kişi olmalı. Bizi webinarda dinlediniz ‘’-çok güzel diyerek ‘’olmuyor. Liderler veya liderler seti olması lazım. Bu birincisi. İkincisi orda şeyi görüyoruz tamam herkes Steve Jobs olmayabilir ama herkesin değerleri var. Belki işe taşıdığı ya da taşımadığı ama taşıması gerekebilen güzel değerleri var ve biz önce onu anlamaya çalışıyoruz. Bu da aslında bizim insan odaklılığımızı organizasyonlara getirdiğimiz bir nokta oluyor. Sen bir kişi olarak senin değerlerin neler? Bir yönetici olarak değerlerin neler? Bir kullanıcı olarak değerlerin neler? Onları bir anlayalım düşünelim. Kolektif olarak bu değerler neler ve kendi ürünümüz çerçevesinde nasıl şeyler yapmak istiyoruz? hayalimiz neler gibi bir konuşma alanı yaratıyoruz. Çünkü sende biliyorsun Efes’te çalıştın o debelenme içerisinde bunları düşünme için bir space yaratmıyoruz genellikle. Ama bunlar çok önemli konular. Biz nereye gidiyoruz nasıl bir şey hayal ediyoruz ve bunun etrafında insanları heyecanlandırabilmek en önemli şey. Çünkü o heyecanlanma yaşadıktan sonra devamı geliyor zaten. ‘’-Aa evet, evet biz böyle bir şey olabiliriz’’ gibi bir noktaya geliyoruz ve ondan sonra onu hızlıca demonstrate etmemiz lazım ve gerçekten uygulayabilmemiz lazım. Yoksa benim post-ıt inovasyonu dediğim bir şey oluyor, yani bir şey olmuyor.
MY: Peki aslında Türkiye’den konuşuyoruz artık. Sence en büyük engel neler var? Ve ya Türkiye‘nin bu yapısı, içinde bulunduğu yapı veya sosyoekonomik durum ne kadar el veriyor firmalara bu şekilde davranmaya? Aslında şunu da sormak istiyorum hep genelde şu vardır doğu toplumlarında bende Doğu Avrupa ülkelerinde çok uzun süre çalıştım bunlar Amerika için doğru olan şeyler veya batı için doğru olan şeyler. Bu Türkiye de çalışmaz diyorsun ya hiyerarşik yapı. Bunu nasıl görüyorsun? Sence bu zamanla öyle ya da böyle evirilecek mi Türkiye de bu şekilde iş yapmaya? Neticede insan doğasına ait bir şeyden bahsediyor Amerikalılarda batılılarda bununda böyle olduğu ne zaman nasıl anlaşılacak.
SE: evet çok güzel bir şey söyledin. Ben de farklı kültürlerde çalıştım Avrupa’da da çalıştım Türkiye’de de çalıştım. Ayşe ile Türkiye çıkarması yapmıştık 2012 de ilk çalışmaya başladığımızda. Bizim ailelerde orda hem tatil yapalım hem de bir bakalım Türkiye ne yapıyor hangi şirketler ile konuşabiliriz. Bizim bahsettiğimiz mesajlara kim kulak verecek. Oradan Brisa, Paşabahçe, Garanti Bakası, birkaç büyük şirketle Çanakkale seramik, Kale grubuyla çalışmaya başladık onlarla çok uzun soluklu iş birliğimiz oldu. Tabii ki evet kulak veren var ama bir takım bahsettiğin şeyler var. Ciddi bir hiyerarşik yapıdan bahsediyoruz. Kore kadar kötü değil baktığınızda. Kore de çalıştım öyle bir şey ki brain storming veya açık toplantı yapıyorsunuz görüşme. Üstüne bakmadan bir şey söylemiyor insanlar. Ama yine de Samsung gibi çok önemli inovasyon yapan şirketler var ya da Hyundai gibi. İlla şart değil belli ki. Ama bizim Amerikan işletme kültüründen anladığımız anlamda inovasyon biraz o açıklığı bakalım görelimi gerektiren bir şey. Bunlar Amerikan icatları bizde olmaz veya biz denedik olmuyorlar tabii ki her yerde var. Bu sadece Türkiye ye özgü değil. Amerika da ki şirketlere de özgü. Bu hepimizin değişime olan açıklığı veya risk almaya yönelik birtakım korkuları ile ilgili şeyler. Kimse başarısız olmak istemiyor. Yok öyle bir şey. Fail-fast o kadar zor bir şey ki aslında. He ne diyeceksin. Herkes iyi üniversitelerden mezun olmuş bilmem kaç senelik tecrübesi var işte ben bunu yaptım bu da çok güzel yaptım fail oldu, başarısız oldu. Harika mı diyeceğiz. O kolay bir şey değil. Belki Türkiye kontekstinde konuşmak gereken 2-3 konu var. Bir tanesi, çok politik tarafa girmeden şunu demek istiyorum. Bizim ekonomimiz aslında çok free markete yakın bir yer değil. Biraz fazla regüle edilen bir pazar. Tabi orda tamamı ile free market ve müşteri ne istiyorsa onu yapalım’ın kuralları geçerli olmayabiliyor, bu birincisi.
İkincisi biz tabi çok fazla üretim ve bayi üzerinden yürüyen yapılardan geçmişiz, 60’lardan 50’lerde başlayıp bugüne kadar. Aracı olmadan müşteriye ulaşma sistemlerimiz çok gelişkin değil. İnternet vs. ile başlıyor ama genelde aracı kurumlar ile ilerlemişiz o bayileri vs. dönüştürmek en zor kısmı bence. Üretici şirketlerin distribüsyon konusunda bir takım inovasyon yapmaları zor. Bir de müşteriye yakın olma vs. kısmı gerçekten bir takım yeni yeteneklere ihtiyacı var şirketlerin. Bu araştırma olabilir data analitik olabilir. Çünkü çok ciddi anlamda data topluyoruz. Onları nasıl anlayacağız, datadan iç görüye nasıl gideceğiz? Bunlar tabi yeni yetenekler ile yeni skill setler ile bulmamız lazım. Yeni işler yaratmamız lazım bunları anlayacak ve bize anlatacak. Belki o konuda biraz eksiklik olabilir. Ama onun dışında ben Türkiye’de çalıştığım süreler boyunca, işte inovasyonlar da yaptık, tasarım çalışmaları da yaptık vs. Benim için inanılmaz keyifli zamanlardı. Yemekten sonra Türk kahvesi içerek toplantı yapmak. Sizin her gün yaptığınız bir şey ama bizim için değil. İnanılmaz bir yetenek ve kapasite var ülkede. Onun da biraz önünü açmak lazım. Daha bu motifi ve risk biraz daha fazla risk alarak. Türkiye de risk almanın bir takım ciddi sonuçları var. Onu da anlamak lazım ve hak vermek lazım.
MY: Aslında çok güzel özetledin. Türkiye de ki tespitine de katılıyorum. Türkiye de ki şirketler satış şirketi pazarlama şirketi değil aslında. Pazarlama mantalitesi yok. Olay satış üzerinden yürüyor, push üzerinden yürüyor pull üzerinden yürümüyor. Türkiye’nin bir talihsizliği de kendi hinterlandında yani 70-80 milyonluk insana bir ürün satarak da varlığını sürdürebilmesi. Çok fazla bir zorlukla baş etmek zorunda kalmaması. Malum her türlü gelişme zorluktan ve kısıtlanmaktan geliyor. Kısıtlama olmadığı, herkes işini döndürdüğü için bir şekilde iş öyle devam ediyor. Dışarıya açılalım da büyüyelim Don Kişot’ luk yapan çok fazla olmuyor. Belki Türkiye’ nin küçük işletmeleri, aile işletmeleri zamanla dönüşerek, onlar bu fırsatların farkına varırlarsa (yurtdışı piyasası gibi) Orda bu tarz yaklaşımların, veriyi daha iyi anlayıp onu biraz daha belki iyi çalışıp dünya için bir şeyler belki yapabilmek, çevresi için bir şey yapabilecek. Biraz daha ağırlık kazanacak ama mevcut durumu sen çok güzel izah ettin.
SE: Sağ ol. Gerek yoksa zaten yapmıyorsunuz. Bu sıkıntı ve zorluktan bahsediyorsun. Biz tasarımda buna constraint diyoruz. Herhangi bir tasarımda şunlar, şunlar yapılamaz diyorsun. Ve bu çerçeveler içerisinde yeni bir şey düşünmek durumundasın ki yeni bir değer katabilesin. Yeni bir çözüm getirebilesin. O kısıtlar az ise veya hiç yoksa yeni bir şey yapmana gerek yok. Ne için yapasın ki. Hiç birimizin doğasına uygun değil. Gerek olmayan bir şey yaratmak.
MY: Kesinlikle. Peki podcatsimizin sonuna geliyoruz. Benim imza sorum; Seda için değer yaratmanın formülünü soracağım.
SE : Güzel soru. Sen neden böyle bir soru soruyorsun?
MY : Teşekkür ederim bana bu soruyu sorduğunuz için. Benim bir şeyim var. Beş kendi uydurduğum elementten çıkan bir formülüm var; Pozitif olmak, meraklı olmak, bir arada çalışmak, farklılıkları kucaklamak ve onları kullanmak ve eylem odaklı olmak, yani denemek. Bu benim formülüm, yani kimyasal bileşkesi bu işin. Kendimi bu şekilde anlatıyorum.
SE: Çok güzel söyledin. Ben senin formülüne bayıldım. Benim için şöyle bir şey galiba; Kişisel anlamda değer yaratmanın bence formülü. Çünkü ben şunu söylemek istiyorum; Aslında biraz belki covid sürecine getirmek istiyorum konuyu. Şirketlerde dönüşüm vs. bunlardan bahsediyoruz ama hepimizin bence kişisel olarak özellikle bugün kendimizi ve çevremizi dönüştürme şansımız çok daha fazla 10 sene, 20 sene 30 sene öncesine göre. Herkesin ulaşabileceği bir takım çok ucuz bariyeri hiç olmayan araçlar var kendi mesajımızı yayabileceğimiz, kendi küçük mini komitelerimizi kurabileceğimiz vs. senin burada yaptığın gibi. Değer yaratmayı kişisel olarak değer yaratmak olarak düşünüyorum yani bu sürecin de getirdiği bir şans olarak bakalım buna. Bizim değerlerimiz neler ve biz nasıl bir fark yaratmak istiyoruz dünyada? Bunu iş ortamından çıkarıp kendi liderliğimiz olarak düşünebiliriz. Politik liderlikten vs. bahsetmiyorum. Değer verdiğin konu ne? Bir şeyler yapmak istediğin konu ne? Ve önderlik etmek istediğin alanlar neler? Bunları aslında tanımlayabildiğimiz sürece değer yaratma formülüne bunlar malzeme olmaya başlıyorlar. İş’te değer yaratmaya geldiğimizde kendi hayatında kendi liderliğini tanımlayabilmiş insanlar iş hayatında da değer yaratabiliyorlar. Daha kolay değer yaratabiliyorlar. Benim için değer yaratmanın formülü her zaman deli cesaretinin olmasıydı. Biz mesela Ayşe ile çalışırken yeni bir proje geldiğinde “ – biz hiç daha önce böyle bir şey yaptık mı ? , – Yapmadık. -Ama çok iyi yapabiliriz. “ filan diyoruz. Yani şöyle; bir süreç kullanıyorsun, belli bir geliştirmiş olduğun bakış açın var. O süreci kullanarak herhangi bir problemi çözme güvenini ediniyorsun. Dolayısıyla o problemin ne olduğu çok önemli değil. İşte bence cesaretin olması lazım. Bir de ben tek başına bir şeyler yapıldığını düşünmüyorum dünyada. Çok fazla yerden farklı insanlarla, onların masaya getirdiği birtakım yeni fikirlerle ve onları harmanlayarak yeni bir şeyler yapılabildiğini düşünüyorum. Benim için en büyük şans bunu ODTÜ yıllarında, şehir planlamada, grup çalışmalarında görüp istatistikten bir şey alarak, tarih dersinden bir şey alarak, mimarlıktan bir şey alarak vs. onu harmanlayıp şehirler için bir vizyon çizimi olarak başlayan ama sonraki iş hayatında şuanda yaptığım işlerde de farklı kültürlerden farklı disiplinlerden gelen insanları onların bulunduğu alanda kalarak, siz de dönüşün demeden, beraber nasıl çalışacağımızı anlayarak ve anlatarak yeni bir şeyler yaratmak bence en büyük değer.
MY: Çok teşekkür ederim Seda. Çok güzel geçti. Sürenin nasıl geçtiğini anlamadım ben de. Senin kendi web siten var. Onun linkini bölüm notlarına koyacağım. Başka tercih ettiğin bir şey var mı?
SE : Linkedln her zaman açık. Ben hemen herkesi kabul ediyorum. Pek çok arkadaşım var Linkedln’da. Çok keyifli oldu Mete. Çok sağ ol. Çok güzel soruların var. Çok teşekkür ederim.
MY : Ben teşekkür ederim. Görüşmek üzere.
SE : Görüşürüz.
Bu söyleşiyi yazıya aktaran Sn. Sedanur Birincioğlu’na yardımı ve emeği için teşekkür ediyorum. MY