“Ben bir dünya vatandaşıyım. Bütün insanlık tarihi benimdir. Köklerim dünyayı kaplıyor. Birbirimizi tanımamız gerektiğine inanıyorum. Sonuçta, hayatlarımızın hepsi birbirine bağlı.”
Bu Jim Haynes’in hayat felsefesi. Jim 1950’lerin sonunda İskoçya’da eğitim gören bir Amerikalı. Orda kalmaya karar verdiğinde Edinburgh’da bir kitapçı dükkanı devralmış, bu 60’ların sanat-kültür dünyasında iz bırakan olaylar zincirinin ilk halkası olmuş. Sonrasında dönemin ilk avangart tiyatrosunu kurmak, Londra’da bir sanat atölyesi açmak, dergiler çıkarmak gibi adımlar izlemiş. Ama en uzun soluklu eylemi 1969’da taşındığı Paris’teki evinde 40 yıl boyunca her hafta düzenlediği ve dünyanın her tarafından katılanlarla toplamda 130bin’den fazla kişiyi ağırladığı yemekler olmuş. Bunu müthiş bir samimiyetle yapmış, insanları tanımak ve onları bir araya getirmek bir görevmiş gibi. Hayata geçirdiği sıra dışı fikirlerinden biri de bir “dünya vatandaşı” pasaportu yapmak olmuş ve inanmayacaksınız, belgenin gerçekçiliğinden mi, kendi aurasından mı, bunu epey bir süre seyahatlerinde başarıyla kullanmış.
Bütün bunları “Meeting Jim” adlı Ece Ger’in ödüllü belgesel filminden öğrendim. Dün akşam Itir Erhart, Mert Fırat ve Kıvanç Ergun‘un DasDas‘ta davetlisiydik. Önce bu belgeseli izledik ardından güzel bir yemek yedik, sanat sohbetine de doyduk. Tiyatronun iyileştirici gücü ve Mert Fırat’ın tiyatro projeleri sohbetin merkezindeydi. Ama bir ara Fazıl Hoca’yla Mert bir film sohbetine giriştiler, biz koptuk. Daha doğrusu kopmadık da, Federer-Nadal maçı seyreder gibi onların karşılıklı filmleri birbirine paslamalarını seyrettik. Yok bunu karşılayamaz derken en ücra köşelerdeki Fin, İsveç filmlerini çıkardılar, detaylarıyla anlattılar. Spoiler falan kalmadı zaten o filmleri izlemeye bundan sonraki ömrümüzün boş vakitleri yetmez.
Belgeselin bir sahnesinde Jim bütün edindiği arkadaşların kayıtlarını tuttuğu defterlerden oluşan muazzam insan hazinesini gösteriyor. Yakın zamanda ölen arkadaşlarının isimlerinin üstünü çizdiği an beni en çok vuran yerlerden biri oldu. Bunu sanki alışveriş listesindeki sepete koyduğu malzemelerin üstünü çizer gibi bir doğallıkla yaptı. Benim yaşadığım 5 ülkede en çok zorlandığım şey muhtemelen bir daha görmeyeceğim insanlardan ayrılmak oldu. Bu şirkette size her gün çay getiren bir hizmetli de olabilir, yakın çalışma arkadaşın da. Bunu anlatmak çok zor; aynı ülkede birisi işten ayrılsa da üzülebilirsin ama bir daha birbirini görmeyecekmişsin hissine kapılmazsın, sonuçta kendi vatanındasın. Ben de kendimi bir dünya vatandaşı gibi hissediyorum. Ama ayrılıklar bana iyileşmeyen irili ufaklı yaralar gibi geliyor. Jim bir başka sahnede de her yıl gittiği Edinburgh Festivali’nden trenle dönerken kendisine perondan el sallayan 50 yıllık arkadaşına, yarın görüşeceklermiş gibi el sallıyordu, ama belgeselin çekildiği yıl Jim 80 küsur yaşında.
Bu hayatta mutlu olmak için biraz gamsız olmak lazım galiba. Jim’in de belgeselin başında söylediği gibi mutluluk bir seçim.