İçerik üretenlerin hangi konu hakkında yazacakları, o konuda bilgilerinin sağlamasını nereden yapacakları, yazdıklarının beğenilip beğenilmeyeceği gibi kaygıları var. Ama tüm bunlar insanların o içeriğe erişip erişemeyeceği endişesi karşısında nispeten sönük kalıyor.
Ben Linkedin’deki günlük yazılarımı, podcast bölümlerini, kitap kulübümüz hakkındaki bilgilendirmeleri bloguma taşıyorum, daha derli toplu bir arada bulunsun, meraklısı için araması taraması kolay olsun, Linkedin’in dehlizlerinde kaybolmasın diye. Bir de benimle e-posta adreslerini paylaşan (ve tabii izin veren) takipçilerime mailerlite programı yardımı ile bloguma o hafta yüklediğim yazılardan bir e-bülten oluşturup gönderiyorum. Orada da %40 civarında açılma oranı var ki, anladığım kadarıyla bu normlara (beklentilere) uygun.
Ama şimdi Linkedin de e-bülten hizmeti veriyor, hem takipçilere bir bildirim geliyor, hem de (abona isterse galiba) e-posta kutularına bir bülten düşüyor. En yoğun paylaşım yaptığım mecranın burası olduğunu düşündüğümde, e-postalarına alma ayrıcalığına kavuştuğum kitlenin çok büyük oranda Linkedin’de de olduğunu varsayıyorum. Acaba ayrı bir zahmete girmeden bülten işini Linkedin’e mi devredeyim, yoksa hiç bulaşmayayım mı ya da iki kanaldan da mı devam etsem diye düşünüyorum.
Dün bu bülten işini Hande Muğlalı ve Derya Ertok ile konuştuk Hande Hanım’ın anket paylaşımının altında. Derya Hanım bülten okumaya zaman ayırmadığını söylemişti. Belki siz de öyle düşünüyorsunuzdur. Ben de size sormak, görüşünüzü almak istiyorum.