MY: Merhabalar ben Mete Yurtsever, Değer Yaratmanın Formülünde bu haftaki konuğum sevgili Nurhan Keeler. Merhaba Nurhan , hoş geldin.
NK: Hoş bulduk, çok teşekkür ederim.
MY: Şimdi kısaca senden bahsetmek istiyorum dinleyicilerimize. Sen de kendi eklemelerini yaparsın. Nurhan üniversitede Felsefe okuyor aynı zamanda eski yunanca öğreniyor. Okul bitince de tutkusunun peşinden gidip iki yıl Atina’da yaşıyor. Dönünce de hem Türkiye’yi tanımak hem de Yunancayı unutmamak için profesyonel turist rehberliği yapıyor. Biz kendisiyle AC Nielsen Zet günlerinden tanışıyoruz. O dönem ben perakende tarafındayken o etnografik araştırmalar ve semiotics yapıyordu. Daha sonra Nurhan stratejik pazarlama, trendler ve araştırmalardan sorumlu olarak Coca Cola’ya geçiyor. 1999‘da ise GFK Panel’in başına geçiyor Türkiye’de, 2001’de ise Trend Group’ u kuruyor, 2009 yılından bu yana Açık Radyo’da Biofilia adında bir program yapıyor. Çok farklı kurumlardan ve kesimlerden kişilere, yerel yönetimlere, sanatçılara danışmanlık, koçluk yapıyor. Yani karşımızda çok multidisipliner bir insan var. Aynı zamanda da tanıdığım en pozitif insanlardan biridir. Nurhan’la çok ciddi konularda da konuşabilirsiniz acayip geyik de yapabilirsiniz. Çok çalışkan ama aynı zamanda hayattan keyif almayı çok seven bir insandır. Bugün kendisiyle biraz globalden, tasarımdan konuşup ve biraz da memleket kurtaracağız.
Nurhan senin en keyif aldığın işler neydi? Bu arada LinkedIn‘de otuzun üzerinde entry var yaptığın işler kısmında ve hakikaten çok üretken bir insansın. Kariyerinin en keyif aldığın dönemi neresi diye sorabilir miyim?
NK: Öncelikle çok teşekkür ederim. O kadar güzel anlattın ki umut doldum kendimle ilgili. Çok teşekkürler hakikaten. Benim kariyerimde en mutlu olduğum zamanlar Coca Cola yıllarımdı. Çünkü gerçekten insanlar sevsin sevmesin, kapitalist bulsun bulmasın ama insana çok yatırım yapan bir şirketti ve her konuda iyi olanla çalışmak isterdi. Bunu kendimi övmek için söylemiyorum. Her alanda böyle bir durum söz konusuydu ve benden iyileri de vardı tabi. Ama biz çok iyi ekiplerle çalıştık ve o dönemde 2 milyon dolarlık bir araştırma ve trend bütçesini yönettim. Yıllık 2 milyon dolar!
MY: Evet, bazı şirketlerin pazarlama bütçesinden büyük bir rakam bu.
NK: Aynen. Ve çok seyahat ettik. Bize hem kültürel sermaye olarak katkısı oldu; maddi-manevi katkısı olan bir şirketti ve çok güle oynaya çalıştık hem de global pazarlamayı öğrenmeye çalıştım orada. Çünkü hem bir dünya şirketi hem de yerelleşmeden, GLOCAL ‘den kimse bahsetmezken Coca Cola vardı ve yerele inmeye çalışıyordu o günlerde. Bir de tabi AB projelerinde görev aldığım için o vesileyle TR’nin çok farklı yerlerine gidebildim. Sonra Gezi olaylarından sonra herkes bir “değerlerimiz ne” araştırmasına ihtiyaç duymuştu. Ben de o dönem neredeyse Taliban’dan MHP’li AKP’li CHP’li sanatçı, öğrenci herkesle görüşmüştüm. Mesela o da benim için çok ufuk açıcı bir proje olmuştu.
MY: Coca Cola’daydın yani bu sırada mı?
NK: Değildim. O dönem Trend Grup’taydım. Gezi Dönemi, kantitatif araştırmaların yanı sıra etnografik araştırmalar da yoğun ilerliyordu ve değer araştırması da gündemi belirlemek için yapılan araştırmalar çok önemliydi. Onun yanı sıra çok farklı sektörlerde de (bal, biber, et, makine, kahve, çay vb.) araştırma için yerele gitmek gerekliydi. Tabi kültürlere değerlere dokunmak daha keyifli bir hal alıyor.
MY: Peki senin bir deLüks-Gen diye bir kitabın var. Yaklaşık 3 sene oldu sanırım çıkalı.
NK: 2017 yılında çıktı.
MY: Orada şöyle bir ifaden var ve oradan da bir yere geçeceğim. Diyorsun ki kitapta genel olarak lüksün demokratikleşmeye başladığından, abartılı lüks yerine biraz daha ayrıntıda deneyimde bir lüks arayışı olduğunu ve ona bir kayış olduğunu söylüyorsun. Ve diyorsun ki sadece teknoloji veya sadece doğa dikkat çekici değildir. Doğa ile çerçevelenen teknoloji veya teknoloji ile çevrelenen doğa daha dikkat çekici olmuş diyorsun. Bu benim çok hoşuma gitmişti. Ve buradan şuna gelmek istiyorum tam manasıyla lüks kavramına değil belki ama şey görüşünü merak ediyorum insanoğlu dünyanın canına okumadan böyle bir denge kurabilecek mi? Bu doğa ve teknoloji dengesini.
NK: Geneli kuramadı zaten. Dengeler bozuldu. Biz hani doğayı gezegeni suiistimal ettik. Bu kullandığımız dilde de var. İşte dünya senin ona iyi bak temeli bile aslında. Dünya senin değil biz doğanın bir parçasıyız. O çok masum gözüken dil de bile bir şeyler var. Bazı insanlar bunun farkında. Ben ona odaklanıyorum. Böyle bir yan yol değil de asıl yol kurdular bize. Hepimize örnek oldular, ilham verdiler. Bu ana yolda hepimiz gidiyoruz. Bu ana yol sistem, kimsenin de suçluluk duymasına gerek yok. Bu böyle gidiyor. Bununla da çok fazla uğraşmaya da gerek yok. Kendi kendisini de yok ediyor zaten, görüyoruz. İşe yaramayacak bir şey. Ama o zaman ne yapmamız lazım? Küçük, büyük, sen de yapabilirsin bende yapabilirim, bu elma ağacı dikmek te olabilir, plastikle ilgili farkına vardırmak da ilgili olabilir, geri dönüşümle de ilgili olabilir, komün topluluklarla ilgili de olabilir, küçük üreticileri desteklemek de olabilir. Orayı da büyük endüstriler ele geçirmeden önce böyle yan yollar inşa edip o yollarda idmanlı olmak çok önemli.
MY: Peki aslında bu konularda seninle konuşmak her zaman kafa açıcı oluyor orası kesin. Ben hatta yanılmıyorsam bu podcastin ismini bulmaya çalışırken çeşitli alternatifler üzerine düşünürken insan odaklı pazarlama falan dediğim zaman sen demiştin ki “Neden insan odaklı pazarlama? “ Ben büyük bir aydınlanma yaşadım o zaman. Yani tabi ki benim zihin yapımda her şey çok ürün odaklı gidiyor. Onun tüketici odaklı olması, onun bir aşama daha iyileşmesi ve olması gereken yere yaklaşması gibi bir şey geliyor. Ama hakikaten düşündüğün zaman artık dünya orada değil. Dünya, evren için yaşam için iyi tasarımlar konuşuyor. Biz Türkiye olarak daha işin içsel kısmına dahi gelemedik. Şirketler kendileri için bir şeyler yapıyor hala.
NK: Ve kendine Müslüman olmamak lazım. Her şey herkesi etkiliyor. Ne diyorlar “Kelebek Etkisi”. E onu da gördük işte bu pandemi döneminde. Hani bunu ne kadar anlatsak da anlaşılmıyordu. Çok güzel anladık şu anda öyle değil mi? Girdiler olmayınca üretim olmuyor. Ama nasıl girdiler, ama işte nasıl bir yemek, ama nasıl bir gıda ama nasıl bir üretim, ama nasıl adil ticaret. Hepsi birbiriyle etkili.
MY: Evet. Bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bunu da ilk senden duymuştum. “Enough White Teacups” isminde bir hareket var. Hakikaten çok vurucu bir şey: “Yeter artık dünyanın daha fazla çay fincanına ihtiyacı yok !” .Bu “The Index Project” Danimarkalı non-profit bir organizasyon galiba. Onların da “Hayatı iyileştirmek için tasarım” diye bir mottosu var. Bundan biraz bahsedebilir misin? Sen nasıl tanıştın onlarla veya sen nasıl görüyorsun?
NK: Onlar şöyle işte Danimarka hükümeti diyor ki madem bizim tasarımımız güçlü, imza tasarımlarımız var Dünyada biz bunu yatırımcı ve turist çekmek için, ülke kalkınmasına katkıda bulunsun diye devam ettirelim. O yüzden de işte 2000 bilmem kaç yılı için planlar olur ya hep 30-50 neyse. İşte bir grup sanatçıya diyorlar ki yeterince çay bardağı var, fincan var yani bunlar ihtiyaç değil. Ve dünyanın pek çok yerinden sadece Danimarka ile sınırlı kalmıyorlar. Dünyanın her yerinden tasarımcılarla, sanatçılarla, farklı alanlarda çalışanlarla oturup konuşuyorlar. Ve hepsinin de ortak verdiği yön şu oluyor; yaşam alanları var, vücudumuz var, iş var, özel alanlar var, oyun diye bir şey var hayatta önemli, öğrenme var, topluluklar var, ait olduğumuz çevre var. Biz bunları iyileştirmek için neler yapabiliriz deyip yola çıkıyorlar. O yönde olan projeleri destekliyorlar, duyuruyorlar. Uzun süre bir şey yapmıyorlar ta ki Muhammed Yunus o Nobel ödülünü alana kadar. Mikro krediler işte biliyorsun. Ondan sonra bir şeyler dank ediyor ve bu yola ağırlık veriyorlar diyebilirim.
MY: Sen de bu programlarında bahsediyorsun. Thumy de oradan çıkma bir şey, onların da ödül verdiği bir şey.
NK: Evet, çok güzel bir proje. İşte Thumy’de Thomas diye bir çocuk var, diyabet teşhisi konulmuş. Küçük de bir çocuk. Düşünsene tam oynayacak, koşacak, edecek günde beş defa insülin iğnesi olması gerekiyor. Kuzeni de tasarım okuyormuş, tabi dikkatini çekmiş. Hem fiziksel olarak zorlanıyor Thomas hem de psikolojik olarak etkileniyor. O da tabi düşünüyor ben ne yapabilirim diye. Çok güzel bir şey ve stickerlar üretiyor. Böylece bu stickerlar vücuda yapıştırıldığı zaman çocuk iğnenin yapılacağı yeri biliyor. Mesela diyelim ki arının bir uçuş rutu vardır ya havada daireler çizen. Onları nokta nokta yapıyor; siyah noktalar daha önce iğne vurulmuş yerler, renkli, mavi veya kırmızılar da iğneyi yapabileceği yerler. Yani çocuğu bakım yapmış kişilerden bağımsızlaştıran bir tasarım. Ve birkaç sefer kullanılabiliyor iğne ve bu da dolayısıyla plastik kullanımını da azaltıyor. E çocuk için de arkadaşları arasında benim iğne olmam gerekiyor gibi değil de dövmesini gösteriyor daha havalı oluyor. O yüzden bence çok takdire şayan bir tasarım. Hem vücut hem de oyun kısmına, öğrenme kısmına dahil olabilir.
MY: Muazzam kesinlikle. Bir şey daha var ilgimi çeken; bu Solein isimli bir hayvan veya bitkiden gelmeyen bir protein türü yapıyorlar. Bunların yani tabi ki belli bir ticari boyuta gelebilmesi için herhalde daha da fazla araştırmalara mı ihtiyaç var veya bunun önündeki engeller nelerdir sence? Tabi, evet bir takım vested interestler (kazanılmış haklar) var bir şekilde.
NK: Lobiler var. İşte o lobiler hala işte et yemen lazım, bitki yemen lazım gibi insanlarda terör estiriyorlar. İnsanlar da ne yapacaklarını şaşırdı. Ne yesem, kaç milim yesem, ne kadar ne zaman yesem böyle bir otoreksik olduk. Otoreksiya da, sağlıklı beslenme takıntısı. İnsanlar ciddi ciddi bu konuda kafa yoruyorlar. Hatta arkadaşlarınla senin de başına gelmiştir. Buluştuğun zaman resmen Google gibi konuşuyor herkes. Şunu ye bunun içinde potasyum var. Hani muz yemiyor da potasyum yiyor. Garip bir yere doğru gittik.
Eskiden insanların bu Solein’i anlaması da vakit alacaktır. Çünkü hani nasıl bu dengelenmiş su için böyle tepkiler oldu.” Ne demek! Kaynağından çıktığı gibi içelim!” Oysa vücudun bazı minerallere ihtiyacı var bazılarına yok. Dengeleyebilirsin, her şeyi de olduğu gibi yemiyorsun. Yani Van Gölü’nden sodayı al iç bakalım, iğrenç bir tadı var. Bu arada yüzdüm orada o yüzden biliyorum. O yüzden bazı şeylerin işlenmesi veya dengelenmesi bana normal geliyor. Veya Solein’i tüketmek benim için şu an bir margarini veya ne bileyim içinde katkı maddesi olan veya hormonlu bir şeyi tüketmekten çok daha iyi ve etik de geliyor. Çünkü ne hayvana ne de bitkiye bağımlısın. Ve günde de şu an 1 kg ürün üretebiliyorlar. Ama ölçeklendirilmesi lazım. Tabi yine endüstri gerekiyor, kafaların biraz daha yatkın olması gerekiyor, çok reklam gerekiyor.
MY: Biraz çılgın, deli zenginler lazım herhalde bu işlere yatırım yapmak için.
NK: Yani olur çok yakında. Çünkü kaynaklar açısından zaten şu an biz kapasiteyi aştık. İki tane daha Türkiye’ye ihtiyaç var bu tüketimle gidersek. Şu an bile ihtiyaç var. Çünkü doğa aynı hızla üretmiyor, onu da düşünmek lazım.
MK: Peki. O zaman biraz yavaş yavaş Türkiye’ye doğru gelelim hazır Türkiye demişken. Türkiye’yi sen de çok geziyorsun, çok araştırmalar yapıyorsun. Çok hoş bir çalışman da var şu şarkılarla Türkiye tarihine, yakın tarihine baktığın. O çalışma daha büyük bir çalışmanın dalgalarından kıyıya vuranlar mı yoksa kendin syndicated bir şekilde mi yaptın ya da birisi için mi onu yapmıştın? Nasıl bir çalışmaydı o?
NK: Onu şöyle; hep böyle büyük, yabancı şirketler sorarlardı işte Türkiye’de ne oluyor bitiyor vs. Bir de araştırmada sen de bilirsin bir rapor veririsin bu çok uzun olmuş derler. Öbürünü veririsin bu kısa olmuş derler. Görsel koyarsın bu ne demek derler, koymazsın bunun içinde görsel yok derler. Yani böyle sürekli bir hani bunu nasıl anlatsam da herkes daha kolay anlasa çabası ile yaşarsın yazı yazdığın zaman araştırmacı olarak. O yüzden de hep böyle bir Türkiye’yi nasıl anlatsam şöyle mi anlatsam, böyle mi anlatsam gibi de bir derdim vardı. Bir de şeyi keşfetmiştim Oktay Sinanoğlu gibi parmağını sallayan insanlar dinlenmiyor, kızgın geliyor. Ama işte karikatür dergileri ne kadar yerici de olsa küçük bir karede kısa ve komik anlattıkları zaman daha bir kalıcı oluyor. Görsel de kalıcı oluyor tabi. Ve Türkiye pop müziği de Türkiye’yi, Türkiye’nin seyrini anlatan kültürel bir damar. O yüzden de 50li yıllardan beri yaklaşık 600 şarkıyı semiyolojik olarak inceledik, masaya yatırdık. Yani bu kolay bir şey değil hepsini izlemek, dinlemek, sözlerine bakmak o dönemde ne oluyor yorumlayabilmek adına. Sonra baktık ki hakikaten Türkiye’nin seyrini anlatan bir şeyler şarkılarda, tavırlarda. Bu iki yüz sayfalık bir rapor. Daha yeni derledim onu, biraz belim koptu. Hatta hala bir on sayfa var güncelleyeceğim. Çünkü her birinde linkler de koyuyorum, insanlar tıklayıp bakabilsin diye o yedi dakikalık videonun yanı sıra. O 200 sayfalık rapor da uzun olacağı için yedi dakikalık bir kolaja dönüştürdük kliplerden falan toparlayıp. Ama tabi bir segmantasyon yaptık hangi dönemler var, hangi dönemlerde hangi şarkılar var ve nereye doğru gidiyoruz.
MK: Çok güzel. Bir de kadın dünyası araştırmaların var. Ama o, ondan farklı galiba di mi? Onda da çok farklı çok hoş, güzel (personalar) karakterler var. Onları da sosyal medyadan paylaşıyorsun.
NK: Bir tanesi Petra Chelli, bir tanesi İkinci Bahar.
MY: Evet, ikinci baharı gördüm.
NK: Kadın konusu, 2000lerden bu yana ben kadınlarla ilgili araştırmalar yapıyorum. Zaten hep araştırmanın için de kadın vardır. Biz hep kadını araştırırız. Çünkü tüketim, satın alma daha çok ondandı. Özellikle de FMGC de (hızlı tüketim). O yüzden çokta yatkın olduğum bir şeydi. Ama giderek kadına karşı şiddet, kadının rolü vs bu konularda da çalışmaya başladım. O yüzden düzenli olarak kadın dünyasını ve rollerini, kadının öznelliğini araştırmaya başladım. Onda da işte tabi gruplamak ne kadar doğru, bir yandan doğru değil ama bir yandan da o havada uçuşmasını engelliyorsun bilgilerin. Gruplamak zorundasın. Öyle bir gruplar çıktı ve hala da takip ediyorum nereye doğru gidiyor kadının rolü, değişiyor mu değişmiyor mu, ne olacak ne bitecek. Gençler de aynı şekilde. Önce Kablosuz Gençlik diye bir çalışma vardı onun adı şimdi de ÇİLAKS oldu. Daha rahat daha devinim falan var. Onlarla da sürekli araştırmalar devam ediyor. Bu arada erkeklere de haksızlık yaptığımı düşündüm. Çünkü çocukları araştırıyorum kadınları araştırıyorum, gençleri araştırıyorum. Erkeklere de sonradan hakkını teslim etmeye karar verdim ve onlar için de yazmaya çizmeye araştırmaya başladım.
MY: Harika! Onları da heyecanla bekliyoruz o zaman orada ne tür tiplemeler çıkacak. Peki Türkiye’yi geziyorsun Güney Doğu Anadolu’ya gidiyorsun başka yerlere. Orada ne tür çalışmalar yapıyorsun veya orada hiç yerelde destek verdiğin şeyler var yerel yönetimler de var destek verdiğin. Şunu merak ediyorum hep artık Türkiye’de de konuşuyoruz. Bu katma değer daha doğrusu değer yaratma, markanın rolü anlamında sen orada nasıl bir potansiyel görüyorsun? veya bölgesel olarak çok aklına gelen şurada bizim bir şeyimiz var şuradan biz yırtabiliriz diyebileceğin bir alan var mı?
NK: Şu an da Çanakkale Belediyesi’nin danışmanlığını yapıyorum, mimar ve tasarımcı arkadaşlarla birlikte. Orada bir Kırsal Kalkınma Modeli oluşturmak istedik. Çünkü hala Türkiye’de olmadığı kadar tarım ağırlıklı bir yer. Topraklar çok kıymetli orada biliyorsun. Her yerde değerli ama orada daha fazla kaldı. Şimdi herkes de gözünü oraya diktiği için. Misyon da hissettik. Orada kırsal kalkınmayı destekledik. Orada bir iş modeli yaratmak, istihdam yaratmak adına, ürünlerini ele alıp, önceliklendirip, hangi ürünler var gerek tarım gerekse de diğer ürünler. Onlara çok güzel bir hazırlık yapıyoruz, sürpriz olacak. Öte yandan evet mesela Antakya’da çok zaman geçirdim. Çok tatlı bir il. Mobilyasını desteklemeye çalıştık. İşte Ordu’da bal vardı. Bu vesile ile çok iyi balcılarla tanıştım gerçekten. Kovanın içinde ne oluyor, ne olması gerekiyor. Onu Games Of Thrones gibi anlatabilen insanlar. Ondan sonra ne bileyim atalık tohumunu ekenler, mobilyada ter dökenler vs . Çok büyük şirketlerle de çalıştım. Mesela Bursa’da bir perde firması var inanılmaz şeyler yapıyor veya otobüs koltuğu yapan firma var veya Adana’da TEMSA var, orada çalışan insanlar. Böyle görünce insan coşku doluyor. Mesela Konya’da çok enteresan firmalarla tanıştım, Kütahya’da öyle, Manisa’da işte ne bileyim şu pompalama makinası yapan adam; çamur içine giriyor olmadı diyor çekirdek kaçınca motor bozuldu diyor falan. Çok acayip tiplerle tanıştım.
MY: Peki yani bunlardan bir şekilde bir dünya markası çıkarmak için ne gerekir? Yani buna kimin ön ayak olması gerekir veya bunlara belli şekillerde fonlar mı oluşturulması lazım veya belli şekillerde devletin işte Turquality tarzı programların mı daha iyi tasarlanması lazım, bir ülke politikasına mı, bölgesel politikalara mı ihtiyaç var? Yoksa bu iş devleti çok karıştırmadan bizim yani özel sektörün başa çıkabileceği bir şey mi?
NK: Turquality biliyorsun çok fazla firma aldı, destek de aldı. Şu an da destek almayan yok gibi. Bir sen bir ben varızdır.
MY: İşte aslında bir sıkıntı da bu. Bunu konsantre etmek daha iyi olabilirdi.
NK: Sen ben de alırsak tam olacak zaten J
MY: Davetiye bekliyoruz J
NK: Şöyle bir şey beklemek lazım. KOBİ’lerin marka olması için kıskanmaları gerekiyor. Yani marka olmak için yola çıkmıyor. Onda var ben de niye, neden yok? Ben de yapacağım! diye çıkıyor yola. Ama bu işin kısa, orta, uzun vadedeki yol hartası yok. Biz de harekete geçirmek için bu yapmış işte deli gibi çalışmış, adam kararlı dediğimiz zaman “ben de yapabilirim” diyor. Ama öbür türlü rakamlar koyduğun zaman bak böyle yapmak lazım falan dediğinizde “amaan” falan diyor. Hala o kıskandırma çok geçerli bir şey. Mentalitemizi değiştirmemiz lazım. Hakikaten marka olmak kolay bir şey değil. Zor da bir şey. Buna adım adım geliniyor. Yani hakikaten de çok değerli ürünlerimiz var. İşte çam fıstığımız mesela İtalya’ya ve İspanya’ya satıyoruz. Biz Çin’dekini falan yiyoruz gibi şeyler var. Öyle çok değerli ürünler var hepsinden marka olabilir. Bunu yapabilecek insanlar da var. Kaynaklar da var. O kadar çok kaynak boşa gidiyor ki
MY: Un var şeker var
NK: Evet bizim buna inanmamız baş koymamız lazım başka bir şey yok. Niye olmasın!
MY: Peki. Buradan bir parça bahsettin ama benim podcastimin imza sorusu” değer yaratmanın formülü?” Sence değer yaratmanın formülü ne? Ne lazım değer yaratabilmek için?
NK: Bir kere değerin kendisi çok önemli bir kelime. Durup değerlerine bakmak lazım. Bu böyle laf la beri gele söylenmesi gereken bir kelime değil. Şirketler de bakacak, insanlar da bakacak benim varlık amacım nedir? benim değerlerim nelerdir? Ben hangileriyle yola çıkabilirim? değil mi? Ondan sonra çok güzel bir şey yapabilirim ama etrafımdakilerin ihtiyacı olmayabilir, duymayabilir. Dolayısıyla gerçek ihtiyaçlar, yaşam kalitesini arttıracak olan şeyler nelerdir. Bu yarattığım şey mesela bu getir götür vs.ler yaratılıyor. Yani bir gofreti de ayağına getirmeyiversinler yeni sen o parayla başka bir şey kuramaz mıydın acaba. İnsanlar bu kadar tembelliğe alıştırtmanın veya kibirli yapmanın bir parçası olmaya gerek var mıydı acaba? Paran var ok, insanlar da tuttu bunu ama sen gofret getirip götürüyorsun diye adamlar kaldırımda gidiyor ve senin poponda gidiyor. Tersten geliyor, bir şey yaptırmaya çalışıyor. Ne o bir liralık gofret onun ayağına üç liraya gidecek diye. Bu olmaması gereken bir şey işte bunları sorgulamak lazım. Adamın kafası yok muydu bunu sorgulayacak.
MY: Doğru fayda var evet orada oturan adama bir faydası var ama evren için, sistem için fayda yok ve dediğin gibi birtakım insanların da zararına bir şey. Orda onun yarattığı kirlilik vs…
NY: Soruyorum insanlara nereye yetişiyorsunuz? Vakit yok, vakit yok.. Ya bir tane daha Netflix dizisi izlemişsin. Ne yapmışsın ki? Bunu kendim için de sorgulayabilirim siz derken. O yüzden bir durun bakalım seyrettiğimiz tasarruf ettiğimiz zamanlarda ne yapıyoruz acaba.
MY: Değerlerimiz ne ve o değerlerimizi kullanarak dünyaya kaldıraç yaparak nasıl bir fayda sağlayabiliriz
NK: Bir de şöyle bir durum var. Bankalarla çalışırken şunu söylemişlerdi şu dünya sizin lafını da kullanmayalım falan diyordum. Her kelimeye de dikkat edelim. Yani düşünelim her attığımız adımı her sarf ettiğimiz kelimeyi bir zahmet düşünelim. “Ya her şeyi de düşünecek miyim?” Evet düşüneceksin. Ama bu bir trend mi? Kaç kişi doğallığı biliyor, kaç kişi bunu istiyor? İsteyip istememesi önemli değil sen aynı zamanda iyi vatandaş olarak davranmak zorundasın. Toplumun doğanın ve evrenin nereye gitmesi gerektiğini bilmek zorundasın. Bunun trendle bir alakası yok iyi davranmak zorundasın. Bitti artık.
MY: Tabi işte maalesef toplumumuzun buna olan yanıtını 1991 yılında Mustafa Topaloğlu seslendiriyor “Felsefe Yapma”
NK: O bana söylendi. Ya yurtdışında çok değerli felsefe okumuş olmak. İnsanlar “wow” diye tepki veriyor, gözü açılıyor ama evet burada bir fasa fiso durumu var.
MY: Yani işte bunlar da “bu kadar da takılma, yapma hocam” şeklinde.
NK: Şöyle bir örnek vereyim vaktimiz varsa. Şimdi felsefe çok derin karanlık falan filan anlaşılmaz gibi geliyor ama şuradan yola çıkalım; üzüm, çok coşkulu görünen üzümler var, böyle kocaman olmuş. Daha sonra tadıyorsun, eh.. Kolay ulaşmıştır o gübreye, azota, yağmura neyse. Hani vardır öyle meyveler. Bir de ulaşamayıp, yavrum, hani su yok, biraz derine iniyor oradan çok ufak bir şey alıyor ama yetmiyor. Oradan aşağıya iniyor, daha aşağıya iniyor… Yani zamanda yolculuk yapar gibi her katmandan bir şeyler alıyor. Çok karanlığa derine indi değil mi? Onun üzümlerini de böyle yediğin zaman bir coşku var. Yani derinden çıkan şeylerin de karanlık olması, karamsar olması gerekmiyor. Böyle coşkulu da olabilir. Coşkuya çevirmek önemli olan yoksa yüzeyde olan her şey de eğlenceli olacak diye bir şey yok.
MY: Çok güzel bir metafor bence, teşekkür ederim. O zaman buradan şuraya bağlayayım, sen son dönemlerde neler yapıyorsun, bir kitabın var galiba, insanlar sana nasıl ulaşabilirler nasıl seni takip edebilirler? Biraz ondan da bahsedersen bize.
NK: Benim kitabımı gören bir yayınevi hani olmuşsunuz, bir kitap daha yazın dediler. Ben de en güçlü olduğum yerden yola çıktım; trendler. Mega, makro, mikro trendler, onunla ilgili olan disiplinler. Bu konuda 70 sayfalık falan bir kitap yazdım bu dönemde. O şimdi kurula girecek, inşallah olur. Sonra Dünya Göç Örgütü var. Onun vesilesi ile 3-4 firmaya danışmanlık veriyorum. ITC var. Onların bir modelini uyguluyoruz; KOBİ’lerin kapasitelerini gerek Suriyeli gerek Türk KOBİ’lerin kapasitelerini genişletmesi için, iç ve dış ticaret hacimlerini, kazançlarını arttırmaları ve doğru ihtiyaçlarını saptamalarına yönelik. Bu Dünya Göç Örgütü’nün devam ettirdiği ve Dünya Ticaret Örgütü ve bakanlıklarla beraber yürüttüğü bir proje. Burada da işte dediğim gibi ITC’nin Trade Map’i devreye giriyor veya başka modeller Blue Ocean vs. Ondan sonra araştırmalara devam hem B2B hem B2C tüketim ve diğer endüstriyel araştırmalar. Sonra bir kuzenim var, Pınar Mermer. Çok iyi bir psikologdur. Onun projelerinde yer alıyorum. Daha çok yazı ve edit işlerinde. O da iyi geliyor, onu dinlemek vs. Hani böyle tatlı tatlı anlatıyor falan insan her dönem dönüp kendisine bakmalı. Radyo devam ediyor. Bazen üniversitelerde dersler devam ediyor. Geçmişte Koç’ta ve Bilgi’de de dersler vermiştim. Çanakkale Belediyesi var, o çok güzel kırsal kalkınma projesi. Yani hep böyle anlamlı işler, beni tatmin eden işler açıkçası.
MY: Ne güzel. Ben bölüm notlarında da paylaşacağım senin hem internet siteni, hem blog adresini. Linkedin’den de sana ulaşabilirler, Twitter’da da varsın.
NK: Twitter, instagram. İnstagramım zaten daha çok blog gibi selfilerden ziyade. Daha bir ne yaptığımı anlatan da bir süreci var, blog gibi, dediğim gibi. Oradan da takip edebilirler.
MY: çok teşekkür ederim katıldığın için. Daha çok konumuz vardı ama belki bir bölüm daha yaparız.
NK: Çok teşekkürler.
Bu söyleşiyi yazıya aktaran Sn.Ayşegül Dara’ya yardımı ve emeği için teşekkür ediyorum. MY