Incel (“insel” diye okunuyor), İngilizce “involuntary celibate” kelimelerinden türetilen istemsiz bekârlar anlamında bir söz. Adolescence adlı diziyle gündeme geldi.
Şimdi ben de Türk iş dünyası için bir tabir öneriyorum. “involuntary unemployed”, “inun”, hadi “in-an” diyelim.
Kız arkadaş edinmek isteyen ama bir nedenle edinemeyen, bunun için horlanan insanla, bir işte çalışmak isteyip iş bulamayan, bunun için horlanan insan arasında bir benzerlik kuruyorum. Bu isimleri çevresindekiler onlara takıyor tabii.
Bence bir kesim maaşlı çalışanın iş arayanlara böyle bir bakışı var. Bir insan “bir şirkette” çalışmıyorsa bu onun suçu ve bu bir başarısızlık göstergesi. Kendi “başarısı” (bir şirkette çalışma) üzerinden bir otorite geliştirme ve daha altta gördüğü kişiyi küçümseme eğilimi.
Bu mecrada iş arayanların isyanlarına şahit oluyoruz; işverenlerin (hepsi değil tabii ama azımsanmayacak bir çoğunluğun) lütuf kabilinden iş görüşmesi yaptığını, özensizliğini, empati eksikliğini okuyoruz.
Ekonomik şartların, kişinin kendi özel hayatındaki değişimlerin etkisinin göz ardı edilmesini bir tarafa bırakıyorum, bu tavrı gösterenlerin kendi konumlarının da ne kadar değişken olabileceğini hesaba katamadıklarını hayretle fark ediyorum.
Ama asıl vurgulamak istediğim konu şu; sanki bu tavır kendi işini yapan insanlara da yöneliyor. Yani bir işte çalışmayıp, kendi işini yapmayı tercih edenler de bundan nasibini alıyor. Hatta bu algıda, hizmet satan kesim en önde gidiyor. Hani elle tutulur bir şey üretmiyorlar ya, onlar daha korunmasız görülüyorlar.
Bir şirket böyle birinden bir teklif istemeyi tek taraflı bir sorumluluk gibi algılıyor adeta. Biri teklif isteyecek, karşı taraf hazırlayıp gönderecek. Bitti, bu kadar! Teklifi isteyenin gelen teklife yanıt verme sorumluluğu yok. Kabul ederse yanıt verir, etmezse vermesine gerek yok. Çünkü tek taraflı bakıyor. İstemiş olmak neredeyse bir lütuf, bak ben seni kaale aldım, teklif istedim, senden teklif vermeni bekliyorum.
Hadi senden teklif istenmeden teklif göndersen, diyeceğim ki, “kim bilir böyle kaç teklif gidiyordur, nasıl başa çıksınlar! Kendileri istememiş ki, sen olta atmışsın beklemişsin”
Halbuki burada sipariş var. Teşekkür ederiz, aldık değerlendiriyoruz veya şurasını anlamadık, (teklif çok ucuz veya pahalı geldi bize-böyle söylenmez ya), acaba kapsamda bir yanlış anlaşılma mı oldu? Ya da söylersiniz, şartlar mı değişti, kaynak mı yetersiz kaldı, ihtiyaç mı kalmadı, başka bir çözüm mü buldunuz, ertelediniz mi, iptal mi ettiniz…
Teklifi gönderen dönüp sorsa, bir türlü, çok mu üstüne düşülüyor. Sormasa o da bir acayip, nasıl bir iş takibi, üstelik insan bir geri bildirim almak ister.
Geçtiğimiz aylarda ajanslar ayaklanmıştı “bedava konkura katılmıyoruz” diye. Bir teklif verirken konkura hazırlanmak kadar emek harcanmıyor belki ama aynı etik problem.
Her teklif gönderdiğimde bunu biliyorum. Ama bu davranışı değiştirmek bu kadar zor olmamalı. İki taraftan da düşünceleri bekliyorum, neyi kaçırıyorum?
* Son olarak şunu söyleyeyim, ben unemployable’ım. 😉 Bir kurumsal firma artık beni bordrosuna alamaz, benim özgürlüğümün karşılığını ödeyemez. Ben yaşamak için çalışmak zorunda değilim. Tabii her kurumsal şirkette çalışan, ihtiyacı olduğu için çalışıyor demiyorum, sonuçta belli bir hayat standardını korumak için çalışmak gerek ama ben sevdiğim, anlamlı bulduğum işlerde çalışmayı, üretmeyi tercih ediyorum.