Üçüncü gün Batum’a yola koyulduk. Gümrükten çıkmamız öğleni buldu.
Sahil yolundan ilerlerken Sovyet tipi toplu konut binaları şehrin eski yüzünü sergiliyor. Ama merkeze yaklaştıkça fütüristik bir siluetle karşılaşıyorsunuz. Anormal büyüklükteki gökdelenler şehrin geri kalanıyla büyük bir tezat içinde.
Çok enteresan binalar arasından geçtik, ters dönmüş bir ev görünümündeki restoran, Roma Colosseum’undan esinlenmiş bir otel gibi. Midibüsümüz bizi merkezde bıraktı. Orta Camii’nin de bulunduğu Türk Mahallesi’nden yürüyerek Piazza Meydanı’na çıktık, oradan da Aziz Nikolas Kilisesi’nden geçip Avrupa Meydanı’na ulaştık. Burada Mitolojik bir karakter olan Medea Heykeli’ni, Astroloji Kulesi’ni gördük, ardından Tiyatro Binası’nı geçip ve Batum Plajı’na geldik. Karşısı bizim otel.
Avrupa Birliği son yıllarda ciddi bir maddi destek sağlamış, şimdiye kadarki yatırımlar 2 milyar dolara yaklaşmış, Gürcistan aday ülke statütüsünde. Tabii orada da Rusya Moldova ve Ukrayna’da yaptığı gibi tampon bir bölge yaratarak (Abhazya-Osetya işgali ile) ülke bütünlüğünü tartışmalı hale getirmekten geri durmadı. Her neyse konumuz bu değil ama o yardımlarla şehre modern bir görünüm kazandırmışlar, çok kaliteli oteller, meydanlar, havuzlar, heykeller, binalar yapmışlar. Şehrin merkezi pastacı dükkanı gibi olmuş. Tamam bir çok şeyin kopyasının bir araya getirilmiş olması da yerel kültüre dair bir şey söylemiyor ama yine de göze hoş görünüyor.
Plajın hiçbir lüksü yok ama benim çok aşina olduğum Karadeniz kıyısındaki Köstence, Rostov, Odessa gibi çok eğlenceli, rengarenk, cıvıl cıvıl bir ortam var.
Şunu düşündüm: Antalya, Kemer gibi bizim sahillerimizde neredeyse bütün yatırım “her şey dahil” sistemine gitmiş. Batum’da ise parayı şehre harcamışlar, meydanlar, restoranlar, kafeler insanlarla dolu. Turistler şehri yaşıyor. Bizde ise güzelim denizlerin yanı başında devasa havuzlar, otantiklikten uzak bir ortam (şark köşeleri hariç), yeşilliklerin arasında beton beton üstüne. İnsanlar tıka basa aralıksız yesin içsin, hedef kalite değil miktar. İşte onun kendine çektiği müşteri de belli, elini cebine götürmeden ne kadar çok tüketirse kar sayan bir kitle! Ne büyük bir strateji hatası! Oysa şehre veya kıyı kasabasına yatırım yap, eski binaları yenile, yolunu, kaldırımını düzelt, insanlar gezinsin, alışveriş yapsın, yerel yemeklerden tatsın, büfede 30 çeşit yemek, 40 çeşit tatlıya ne gerek var?! Her gün bir öncekinin aynısı… Bir deneyim yaşasın, havaalanından otele, otelden havaalanına gitmek yerine.
Vizyon meselesi, bir yılda değişmez ama pilot bölgeler belirlenebilir, çalışacaklar eğitilebilir, devlet teşvikler vererek sistemi dönüştürebilir… Ne dersiniz mümkün mü? Ya da başka ne yapılabilir? “Bizden bir halt olmaz”cıları twitter’a alalım lütfen 😁
(Şimdi düşündüm de Çeşme biraz böyle, ama orada da yabancı turist sınırlı ve kapasite dar. Urla belki gastronomisiyle falan sivrilebilir ama orada da konaklama kısır gibi hissediyorum, İzmir’e çok yakın olmanın dezavantajı belki de)