Pantene adına Kelebek Ödülleri için korsan bir açıklama yayınlamıştım. Will’e de bir konuşma metni hazırlayayıp, zaman makineme binip tokadı indirmeden törende vereyim dedim, benzini bitmiş makinenin, benzin olmuş 20TL, vazgeçtim.
Can Öz ve Ümit Alan’ın hazırladığı Yeni Medya 451 podcastinin “Linç ve İptal Kültürü” adlı bölümünü dinledim. Bu konu o kadar önemli ve güncel ki, üzerine tezler yazılacak, uzun uzun düşünülecek ve sanırım gelecekte de gündemden düşmeyecek.
Toplumun değerlerine ters davrandığı düşünülen kişiler, özellikle de adalet algısı zayıfsa lince uğruyorlar, suçlanıyor, yalnızlaştırılıyorlar. Bu tabii yeni bir olay değil. Hele ilk insan topluluklarında, gruptan dışlanmak ölümle eşdeğer, o yüzden bir uyumlanma hassasiyetimiz var. Bu linç meselesinde önemli bir diğer unsur da iki hafta önceki bir yazımda bahsettiğim ahlak anlayışının toplum olarak bulunduğu aşama. Olaylara ne ölçüde kişisel, toplumsal veya evrensel olarak yaklaştığımızda ilgili olsa gerek.
Bu linç kültürü sosyal medya çağında çok daha görünür hale geldi, artık sadece kendi mahallemizde değil dünyanın öbür ucunda bir olay yüzünden bile birbirimize düşebiliyoruz. Ve giderek Ümit Alan’ın dediği gibi masumiyet karinesi zayıflıyor. Bizim kültürde zaten yer etmiştir; ateş olmayan yerden duman çıkmaz, çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz. Güvensizlik içimize işlemiş. Şimdi artık her duyduğumuz olayda daha da pekişiyor, “biliyordum zaten” kurtçuğu büyüyor, sosyal medyanın zararı bu.
Küçükken anneannemin ve dedemin (ki ikisi de Cumhuriyet’i kuran eğitim ordusunun mensubuydular) çevreye, yabancılara karşı ne kadar güvensiz olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Onların bu konuda bana yaptıkları ısrarlı öğütler (sanırım biraz da üzerimdeki öğretici etkisini arttırmak için) kaygı seviyemi arttırıyor ve onların söylediklerine şüpheyle yaklaşmama neden oluyordu neredeyse. Sonra anladım ki hayat yediğiniz kazıkların bileşkesiymiş.
Duyarlılık meselesine geri dönersek, kimse her tür hassasiyetle donatılmış olamaz, herkes yaşadığı hayatın kurbanı, fazlasını kendimizden beklememeliyiz belki de, başkaları da beklememeli. Herkes kendine benzerlerle yaşasın gibi bir yere gitmiyor bu, ama birbirimize güvenebileceğimiz insanlarla bir arada bulunalım, bir köy gibi, çok farklı insanların bulunduğu ama kimin ne olduğunu bildiğimiz ve tuzaklara düşmeyeceğimiz bir yaşam olabilse (çok yaşa İngiliz antropolog Robin Dunbar ve dunbar sayısı.
Aslında ihtiyaç olan empati, onu da insanlar konuşarak yaşayamıyor, bir kere herkesin (algı) kalkanları var, kaldırılmış vaziyette, kalkanı indirmek ancak güvenli ortamda oluyor, topluluk gibi bir yerde. O yüzden topluluklara giderek daha fazla inanıyorum. DER-YA‘nın varoluş sebeplerinden biri bu.
Linç kültürüne dalıp Smith’in olayına gelemedim, onu da başka bir yazıya bırakayım.